28 Şubat 2016 Pazar

Görünmez Toprak



    Bu sabah üzerimde; bir gezegen oluşmuş gibi bir ağırlık var. Yeni bir var oluş ya da yok oluş hissi titretiyor vücudumu. Olduğum yerin bir adım ötesinden zangır zangır bir tren geçiyormuş gibi titriyorum. Bir şeyden korktuğumdan mı yoksa ayazda kalıp da üşüdüğümden mi bilmiyorum. Bu titreyişi dışarıya fark ettirmemeye çalışmak için aşırı çaba harcıyorum. Sanki  kımıldamamın sonu ölüm ile tehdit edilmiş gibi aşırı bir korku sarıyor bedenimi bir an ve ben gözlerimi kırpmamak için beynimde uyarılan sinirlere feryat ile yalvarıyordum.
   Yüzyıllar boyunca uyanık kalmış, kilometrelerce koşmuş tarzı bir yorgunlukla çantamı sırtlanıp yürümeyi yeni öğrenmiş tonlarca ağırlıktaki her an yere yığılıp kalacak bir dev gibi adımlarımı atmaya başladım. Her ilerleyişimde adımlarım daha da ağırlaşıyor, sağ ayağım havadayken üç yüz, yere bastığımda iki yüz kilo oluyordu. Saatlerce etrafta artçı depremler yaratıyor, iskeleti dayanıksız binaların rutubetlenmiş betonlarını yerlere düşüre düşüre ilerledikten sonra kendimi ufkuna baktıkça uzayan bir mezarlıkta buldum. Hem sonuna ulaşma isteği ve merakıyla yanıyordum hem de ufkun sonundan korkan yavru bir ceylan ruhu dolaşıyordu etrafımda. Çelişkileri doğuran anaydım ben bugün ve içimde taşıdığım çocuklar ruhuma hükmedip; geceler boyu içinde kaybolup bir türlü çıkış yolunu bulamadığım, yorulunca da boş mezarlıklardan birinin içine kıvrıldığım bu yere sürüklemişlerdi beni.
   Oldum olası iki yolumdan biri 1.ada mezarlığına çıkmıştır zaten. Bize küçüklükten beri ailemiz onları kızdıracak bir şey yapmış seslerini takınarak; mezar taşlarındaki isimleri okuma sakın, unutkan olursun demediler mi? Hep okudum isimleri ama bak yattığın yeri unutmadım hala, üzerine kürek kürek toprak attıklarının üzerinden ağır ağır üç sene geçti. Ama gidişin bir türlü geçmedi, yüreğimde bıraktığın kıymık parçasını çıkartamadılar.
  Sol elimden güç alıp mezarının taşına oturdum. İsminin yazılı olduğu yer epeyce kirlenmişti; toz, çamur, etrafta uçan kuşların tüyleri... Uzun zamandır nasıl kimse uğramamış yanına, yalnız bırakmışlar seni. Ama oradaydım; en sevdiği mine çiçeğinin tohumlarını götürmüştüm ona. Vakti gelmişti mezarının üzerine serpmemin çünkü şimdi ekersem tahminen Mart sonu ya da Nisan başı minik minik çimlenecekti bu kapkara toprak. Önce çıplak elle adının üstündeki tozu toprağı savurdum sağa sola. Sonra sağ elimi adının üzerine koydum ve gözlerimi kapattım. Sanki gözlerimi kapattığımda onu görecekmişim gibi geldi ama olmadı, güzel günlerimizi görmek yerine arka arkaya feryat ettiğim, ağlamamaya çalıştığım, ayakta durmak için ağaçlara tutunup da avuç içlerimi çizdiğim vakitler canlandı. Kızıyorum ona, o kadar çok kızıyorum ki! Beni tek bıraktığı için, önüme çıkan şirin suratlı kedileri tek başıma sevmek zorunda olduğum için ve en çok da bağıra bağıra küfür edemediğimiz şeyleri sinirle kağıtlara yazıp tek başıma yanışını izleyip sonra telaşla söndürmek zorunda kaldığım için. Ama kızdığım kadar da özlüyorum.
   Önce mezarın üzerinde benden izinsiz yeşermiş otları parmaklarımla sımsıkı kavrayıp çektim. Öyle bir tuhaflık, bir vicdan azabı sardı ki bedenimi. Otları yolduktan sonra sanki onun bir parçasını yolmuşum gibi geldi, saçını çekmiş, canını acıtmışım gibi. Daha fazla tutamadım kendimi; ilk gün kaybetmişim gibi kesik kesik konuşarak ağlamaya başladım. Otları yavaş yavaş temizlemeye başladım; canını tekrar acıtmaktan korkuyordum çünkü. Ama ağlamam hiç bitmedi; içim dışıma çıkıp dışım içime geçene kadar ağladım. Sonra çantamdan çiçeğin tohumlarını avucuma döküp 1.80 boyundaki mezarın en uç noktalarına kadar serptim çünkü bu çiçeklerin ömrü bir gün olduğu ve her gün biri solup diğerinin hangi renk açacağına dair iddiaya girdiğimiz için seviyorduk. Serptiğim tohumların biraz toprağın altında kalması için elimi hafif nemli toprağın üzerinde gezdirdim. Mezarın ortalarına geldiğimde durdum, parmaklarımı biraz daha toprağın derinine doğru gömdüm. Sadece elimin tersini görebiliyordum. Sanki elimi göğsüne koymuşum gibiydi, nefes alan toprak mıydı yoksa ben onun göğsünün inip kalktığını mı hissediyordum? Biraz daha derine insem ellerimiz değecek, ağız dolusu küfürle; beni buradan çıkarmak için neden üç sene bekledin diyecekti. Demedi.                          Demeliydi!
   Elimi topraktan çıkardığımda tırnak diplerime kadar "ona" bulanmıştı; avuç içim, parmak boğumlarım... Ellerimi birbirine vurarak ikisine de bulaştırdım bu toprağı ama bu sefer ekip biçtiğimin mutluluğunu görmek için değilde uzun bir süre ondan parçayı yürüdüğüm yollardan geçirmek içindi. Getirdiğim sudan yeterli miktarda toprağın üzerine döküp tohumlara hayat suyunu verdim. Neden bu su ona değil de tohumlara hayat veriyorsa. Lanet olası tohumlar!
   Çok sevdiği şeyi tamamladıktan sonra ellerimi ters bir şekilde dizlerime koyup hayatımda bilmesi gerekenleri anlattım; hala İstanbul'u sevmediğimi, hala yazdığımı, sinirli ya da aşırı üzgün olduğumda deli gibi koştuğumu gülerek söyledim. Çünkü bunu ona söylediğimde; deli gibi koşan bir zırdelisin derdi bana ağız dolusu gülümseyerek. Ben de onun gülümsemesini taklit ettim hıçkıra hıçkıra ağlarken. Sonra gözyaşlarımı silmeden tekrar gelme sözünü verdikten sonra kendimi yine ruhumu yönetenlere bırakıp evin yolunu tuttum. Belki de o gün bunları birine anlatsam, yazsam ya da biri ellerimi tutup da bulaşmış çamuru yıkasa ben ellerimi hala çamurlu hissetmeyip sürekli bakmayacaktım. Belki ellerimi yıkaması gereken oydu ve ben bu yüzden bir ömür boyu ellerimdeki görünmez nemli toprağa bakacaktım...