24 Aralık 2015 Perşembe

Soluk Bir An

   




    Birazdan kelimeler dolusu yazacağım yazıma şunları söyleyerek başlamak istiyorum; belki de çok fazla sevmemiş biri olarak ne pahasına olursa olsun sevmiş birinin hislerini, üzüntülerini, gülüşlerini, iç yıkıntılarını anlatacağım. Kim bilir belki çok fazla değil çok derin sevmişimdir. Aslında hangi zaman dilimini kullanacağım konusunda bile kararsızım; sevmişimdir (sevdim mi bilmiyorum), sevdim (artık sevmiyorum), seviyorum (içimde hala bulunan közler var)... Ama şuna inanıyorum ki yaşımız kaç olursa olsun her birimiz birileri tarafından sevildik ve en çok da sevilmedik. Bu hikayede bir kıyıda kendini bulursan; kendinden izleri, hisleri, kelimeleri, bakışları veyahut her ne bulursan yoruma kendinden bir parçayı iliştir. Bulunduğumuz ortak hisler aynı yaralara dokunur belki; kah yaramıza tuz basarız, kah yaramızın üzerini büyülü bir örtü ile örteriz.Bazen hayal olarak yazdıklarımı öylesine çok içimde yaşıyorum ki sanki o yazdıklarım gerçekmiş gibi oluyor hayatımda ama bazen kurgularımın içinde bir çimdik gerçek hayattan alıntılarda olmuyor değil. Hepsi birbiri ile kenetli. Bu hikayenin gerçekliği hakkında ne kadar bilgi veririm bilmiyorum, içimden ne gelirse onu yazıyorum. Gerisi sizin hislerinize kalmış. 

            . . . 
   Günlerden klasik bir Pazartesi. Sendrom henüz kapı aralığından göz kırpmış değil. Ama telaşlı koşuşturmacalarım daha adımımı dışarıya ilk atışımda başlıyor. Neden böylesine telaş yaptığımı aslında ben de bilmiyorum ama sanki attığım adımlar arasında bir sır gibi hızla ilerliyor bu telaş. Saçlarım rüzgarda önüme gelince sinir olduğum için genelde şapka takıyorum kafama ve bu soğuk havalar için dudaklarıma olabildiğince nemlendirici ile koruyorum. Her zaman olduğu gibi otobüse ucu ucuna yetişiyorum ve bindikten sonra birkaç kere kontrol edip doğru olduğundan emin oluyorum. Aslında bu huyum öylesine sinir ediyor ki beni; mesela çantamda olduğunu bildiğim halde sürekli kitabımın yerinde olup olmadığına bakıyorum, cebimdeki öğrenci kartlarını montumun üstünden yokluyorum bazen, cüzdanımın içinde günün birinde kendime motive amaçlı yazmış olduğum notu kontrol ediyorum. Halbuki bunların hiçbirini defalarca yapmama gerek yok! Ayaklanıp da; "hadi ben kaçtım." diyecek halleri yok ya! Her defasında kendime şiddetle kızmama rağmen her defasında da ısrarla yapıyorum bunu. Ah bu ben! Hemen sırtımı yaslayabileceğim uygun bir yere geçip defalarca kontrol ettiğim kitabımı elime aldım. Yine dışarıya bakıp hangi sayfada kaldığımı tahmin etmeye başladım; 70? 72? O sayfalara göz gezdirip tanıdık kelimeler aradım okuduğuma dair. Aslında bir dünya kitap ayracım var; renk renk, manzaralı, demirden yapılma, mıknatıslı. Hepsi de birbirinden güzel benim için. Ama neden onları kullanmıyorum sorusunun cevabına gelecek olursam; yine günün birinde kitap ayracını elimde tutup kitabımı okuyorken eve geldiğimde kitap ayracımı ne kitabın arasında ne de çantamda bulabildim. Küçük bir problemdi ama ben çok üzülmüştüm. "Kızım bir ayraca sahip çıkamadın kendini de kaybedersin sen." diye kendime çok söylenmiştim. O zamandan beri yolculuk sıralarında ayraç koymamaya başladım. Her gün o sayfayı okudum, bu sayfayı okumadım, şu kelimede kaldım diye beyin fırtınası yapar oldum. Sonra "Taner'in içinin tamamen Esra ile dolduğundan beri hafiflediğini hissediyor." Cümlesi aklıma geldi ve hızlı hızlı gözlerimle o cümleyi arayıp buldum. Behçet Çelik'in Soluk Bir An kitabını okuyorum. Ve kesinlikle oradaki Taner karakterinin ben olduğumu düşünüyorum. "Umutsuz tutkun." Aslında hepimiz biraz umutsuz ve birilerine tutkunuz. Ve tutkunu olduğumuz kişilerin kurduğu cümlelerin tek bir harfinde bile yokuz. Mesela sen bin sıkıntı ile seni seviyorum dersin ya da sana tutuklu kaldım dersin ( ki ben sevmek ile sevdalanmayı hiçbir zaman aynı teraziye koymam) ama o Londra'nın ticaretinden, evlerinden ya da kültür farklılığından, havanın soğukluğu nedeni ile üşüdüğünü dile getirir. Sen yine de Londra'daki bir ev, bir ülkenin koskoca kültürü ve onu ısıtacak bir örtü olmak istersin.
   Kendimi tamamen kitaba kaptırmış tek nefeste okuyorken bir el kitabıma uzandı elinde bir ayraç ile. Kafamı kaldırıp o uzanan elin sahibine baktım ve ağız dolusu bir gülüş yerleştirdim yüzüme. Şimdi düşününce keşke teşekkür edip onun elindeki kitap hakkında konuşsaydım diyorum ama o an bütün duyguları karışık bir baharat tarzında yaşıyordum; sevinç, heyecan, dileğin gerçekleşmesi, birinin aklını okumuş olma ihtimali, neden ayracı öylece kitabıma bırakması vs. kitabı okumayı bırakıp bunları düşünmeye başladım gözlerimi ayraçtan ayırmadan. Ama bu düşüncelerin fazlasıyla beynimi kemirmesine izin vermedim. Çünkü daha sabahın körüydü ve akşama kadar milyonlarca kemirgen düşünce kuyruk oluşturmuştu. Otobüsten inip meraklı gözlerle etrafıma bakındım; etraftaki harekete ayak uydurmaya çalışıp, insanların hangi yöne daha fazla koşuşturduğuna dikkat ettim. Fazla yoğun olan kısma karar verdikten sonra tam tersi yöne doğru adımlar atmaya başladım. Çünkü kalabalıktan nefret ederim, zorunda kalmadığım süre zarfında bulunmam da. Kalabalık demek; bir sürü kelime, nefes kıtlığı, fazla bakış, zorunlu muhabbet demek benim için. Cebimden telefonu çıkarttım kilidini açıp sonra yeniden kitleyip yerine koydum. Aslında amacım saate bakmaktı sonra yeniden bu eylemi tekrar ettim ve gitmem gereken yer için 1 saat kadar vaktim olduğunun farkına vardım. Gözlerimi telefondan ayırdığımın hemen ardında gözüme ilk takılan kafeye girip en uç köşeye oturdum. Göz ucu ile etrafa göz gezdireyim derken yıllardır adım gibi ezberlediğim bir çift kahverengi göze takıldım. Omuzları hala aynı genişlikte, yine üzerine oturan bir gömleği ve o sıcak ellerinin altında kitabı vardı. İçim titredi. Sanki o an Balkanlardan gelen soğuk hava benim kalbimi, nefesimi, ellerimi dondurdu ve tabi bakışlarımı da. Ve bakışlarımı hiç çekmedim üzerinden; gözleri, elleri, nefesini bile hissetmiştim sanki o an. Hiç değişmemiş ama farklı bakıyor gözleri. Sonra acele ile kendime oyalanacak bir şeyler buldum. Not defterimi çıkartıp titreyen ellerimle; "Yıllar sonra bugün, hiç görmem diyorken, görmesem de olur, nasıldı derken şimdi çaprazımda; bir ses uzağımda oturuyor." yazdım. Ve cümleye noktayı koyduğum gibi hayali ile yanıp tutuştuğum ellerini karşımdaki sandalyenin başında yan yana gördüm. "Sen" dedi. Etkileyici kalın sesi ile;"Bu bakışları biliyorum." Hemen içimdeki fırtınayı kocaman bir sessizliğe boğup; "Pardon, tanıyamadım, kimsiniz?" diye yanıtladım. Sandalyeyi geriye doğru çekip oturdu, rahatsız olmuş tavrımı yerleştirdim yüzüme. Kekeleyerek özür diledi benden, geçmişte beni elinin tersi ile itişlerinden, duygularımı hor görüşünden. Sevmediği için binlerce kez özür diledi benden. Nasıl olur da beni tanımadın diye sordu bana özürlerinin sonunda. İşte o zaman gözlerimi masadan ayırıp onun üzerine kondurup; "Sen bu sözü seni adım gibi ezberlediğimde; nefes alışına bile tutulduğumda, cümlelerini tahmin ettiğimde sen bana söylemiştin ve hep diretmiştin beni tanımıyorsun diye. Şimdi seni tanımamak senin üzerinde çok iyi duruyor." dedim. Farklı şehirde rastlaşmıştık, eskiden olsa tüm yollar ona çıkıyor diye sever bir kelebek misali o çiçekten bu çiçeğe konardım. Ama olmadı işte. İçim hep buruk kaldı. Duygu sadece bir kız ismi olarak kaldı bende. Ne sevda ne aşk ne üzüntü. Kırık bir cam parçası gibi, ayaklanıp o ortamdan çıktım. Galiba onu ne olursa olsun kaybetmeye dayanamamak, bazen kendimizi kaybetmek pahasına ona sahip olmayı isteyecek kadar onu değerli bulmak; karanlıklarımızı karıştıran aşkı, sevdiğimize duyduğumuz hayranlıkla, beğeniyle, kusursuzluğuyla onun biricikliğine olan inançla sarıp sarmalamak, sevdanın bazen sığlaşan tatlarını aşkın içinde her zaman bulunmayan duygularla zenginleştirmek bizi bir duygu yükü olarak tutan şeydi ve biz onu kaybetmiştik. Gözlerindeki pişmanlığı, sesindeki titrekliği, içinin ağlayışını öyle şiddetli hissettim ki ona sarılıp bir şelale olup taşmak isterken sadece sessizliğimi alıp, hareketlerimin rüzgarını yüzüne çarpıp oradan ayrıldım. Çünkü sarılsam hiçbir şey geçmeyecekti ve geri dönmem için çok geçti.

7 Aralık 2015 Pazartesi

Suçluluk Birikintisi



    Bin telaş ile yatağından fırlayıp,kısa ama sık adımlarla çapraz odanın kapısına doğru ilerledi.Sağ eli ile kapının koluna uzanıp zor açıldığından var gücü ile bastırdı. O kapı sanki yüzyıllardır açılmamış gibi olanca gücüyle gıcırdadı, hani şu korku filmlerinde çıkan kapı gıcırtıları varya ondan bin kat daha beterdi bu gıcırtı. İçini ürpertti. Kapıyı aralamakta tereddüt ediyordu. Ya bir den ardına kadar açacaktı ya da usulca, yavaş yavaş. Neden mi bu kadar korku içindeydi diyorsunuz? Çünkü içinde bir his vardı, boğazına yapışmıştı. Zaten o  his yüzünden yatağından kalkıp o kapıya yönelmişti. Kapının ardında Güneş'in bedeni yatıyordu yerde boylu boyunca. Aslında yerde değil de sanki bir kan gölünün üzerinde yüzüyordu bedeni. Onu görünce sanki uykudan yeni uyanmış gibi ellerini yumruk yapıp var gücü ile gözlerine bastırıp ovaladı. Hâlâ oradaydı bedeni. İçinde panik volkanları patlayıp içini cayır cayır yakmaya başladı. Kollarına aldığı gibi kucaklayıp en yakın hastanenin yolunu tutmuştu, tazı kadar güçlüydü bacakları sadece koşarak bile daha hızlı yetişebilirdi hastaneye. Hiçbir şey düşünemeyecek kadar boştu aklı. Ve kalbi... Parçalanıyordu durduğu yerde. Neden? Nasıl? Geçecek mi? Nefes alıyor mu?
...
Hastaneye; güvenilir ellere teslim ettikten sonra büyük bekleyiş başladı. Ama o bekleyiş yüzyılların devrilmesine, savaşların başlayıp da bitmesine bedeldi.
İki elinin arasına aldı yüzünü hatta arada yumruk yapıp kendi kafasına vurdu. Güneşin kafasının tam olarak neresini vurduğunu ve nasıl bir acı çektiğini anlamak için defalarca vurdu kafasına, defalarca. Sonra başını oturduğu yerin duvarına yasladı, gözlerini tavana dikti. Bir de hızla duvara vurdu kafasını. Acı içindeydi, ne yaptığını bilmiyordu. İçi kadar acımıyordu kafası. Neden acımıyor diye sinirlendi kendine, küfürler etti. Dünya'nın anasına bacısına, gelmişine geçmişine sövüp durdu. Sonra nefesini tutup Güneş'in nefes alıp verişini hissetmeye başladı. Gerçekten bunu hissediyordu ve hissettiği için içi rahatlamıştı. Ama o ilk gelip de boğazına yapışan his bir türlü rahat bırakmıyordu onu. Nasıl oldu da hissettim? Biz birbirimize mi bağlıyız? İç sesi ile konuşup birbirlerine dalaşmaya başladılar ve bazen bu dalaşma sesli oluyor etraftaki insanların bakışlarını üzerine topluyordu. Buz kesmiş parmakları ile güç bela bir numarayı tuşlayıp güvenebileceği bir arkadaşını çağırdı yanında durması için. O kişi gelince 1 saat izin isteyip eve döndü... Tazı gibi koştuğu yolları kaplumbağa gibi döndü. Ruhu müthiş bir yorgunluk içerisindeydi. Evin kapısına geldiğinde yaşlı ve parkinsonlu biri gibi titredi elleri, bir türlü anahtarı sokup da açamadı kapıyı. Sonra bir gölge ellerini sağlam bir şekilde tutup açmasına yardım etti. Eve adımını attı, Güneş'i en son gördüğü odanın kapısına doğru ilerledi. Yine sağ eliyle uzanıp kapının kolunu bastırdı ama bu sefer daha da şiddetlenmişti sanki o gıcırtı. Hızla elini çekip iki kulağını da elleriyle sıkı sıkı kapattı. Halbuki elini çektiği an gıcırtı bitmişti aslında ama onun için hala devam ediyordu hem de büyüyerek, şiddetlenip kulaklarını özenle tırmalıyordu. Hızlı nefes almaya başladı, kendine sakin olması için sözler söyledi. Deliriyordu, birazdan birileri gelip ters bir gömlek giydirip onu götürselerdi tam yeri olurdu. Bu ruh halini biraz bastırıp hızla açtı kapıyı. Kan daha da yayılmıştı. Bir rüzgar hızında bir sünger ve bir kova aldı. Ama bunları alırken bile gözünün önünde o kan birikintisi vardı. Dizlerinin üstüne çöktü, tam kan birikintisinin bitimine. Ve çıplak elinin birisini tam ortasına koyup diğer elindeki süngeri haznesi kadar kana bulayıp yavaş yavaş kovanın içine götürüp tüm gücüyle sıktı. Yerdeki kanların hepsini kovaya aktarana kadar bu işlemi belki de milyon kez yaptı. En sonunda kan birikintisinin tam ortasına koyduğu elini kaldırıp diğer eli ile oradaki kanları da sünger ile aldı ve kovanın içine süngerle beraber bıraktı. Önce bir müddet temizlediği yere baktı. Güneş'in bedenini gördü gözlerinin önünde, gülümsedi. Ama sonra hemen bu gülümseme suçluluk duygusuna döndü. Ellerini gözlerinin önüne kadar kaldırdı. En ince ayrıntıya kadar kana bulanmıştı ve hatta dirseklerine kadar akmaya başlamıştı kanlar. Büyük bir sinirle ellerini sildi pantalonuna hem avuç içini hem de elinin tersini. Şimdi bütün üstü başı kan içindeydi. Güneş dengesini kaybedip kendi düşmüştü ama o kendisini sorumlu tuttu. Güneş'in kanı ellerindeydi, pantalonunda, yüzünde, gözünde... Gözünün önüne bu halde elleri arkada tutuklandığı ve polisler tarafından aşağılandığı an gelmişti. Kendisi öldürmese bile bu anı yaşamıştı, kendini dünyadaki en suçlu insan olarak hissediyordu ve sonsuza dek ceza çekmek istiyordu...

5 Aralık 2015 Cumartesi

Bu hayat hep kısmet...

     
  Kısmet...
Bazen bu kelimeden o kadar çok nefret ediyorum ki. Hatta kelime demek bile sanki diğer özenerek kullandığım, baş tacı yaptığım kelimelere hakaret gibi geliyor. Ama nedense herkesin diline yapışmış birkaç kelimeden biri de bu; kısmet... (İngiliz Dili ve Edebiyatı okuduğum için "destiny, fortune" kelimelerinden bile nefret ediyorum aslında.) Mesela bir plan yapılıyor ya da hayaller paylaşılıyor (ve bu hayaller öylesine gerçekmiş gibi, hemen olacak ya da yarın gerçekleşecekmiş gibi konuşuluyor ki) o saatlerce konuşmanın, gülüşmelerin, heyecanın sonuna 'kısmet' kelimesi koyuluyor ya... İşte o zaman tüm hayaller, tüm gülüşmeler soluyor bende. Sanki bu kelime de bir parça olma olasılığını düşürme, işi şansa bırakma payı var gibi geliyor  ve ben gerçekten de çok şanssız biriyimdir. Her cümlemin sonuna 3-4 tane kısmet diye eklesem bile olacağı varsa da olmaz, o denli bir şanssızlık. Ha şimdi bazılarımız vardır alışkanlık haline getirmiştir ama ben buna inanamıyorum arkadaş. Kısmetse olur; sanki böyle denilince onca şey buruşturulup bir kenara atılmış gibi geliyor. Çabalamayacağım (belki de çabalayacağım) ama kısmetse olur deniliyor aslında.
Bu laf sanki biraz şeye de benziyor; olacağı varsa olur, sen sabret. Sanki evren bize bir gün kıyak yapar da " ya bunun böyle bir isteği vardı, şimdi keyfim yerinde bari bir oluversin" diyecek diye beklemeye koyuluyoruz. Ve o bekleyişler bir evren halini alıyor ya... Derin, sonsuz, ne zaman olacağı belirsiz. Belki de hiç olmayacak. Hiç kavuşamayacak özlemler, hiç kavuşamayacak bakışmalar, hiç gidilmeyecek bir yerden... Bilemiyorum bu bekleyişlerin sonunu. Koca bir zaman boşluğunda kurbağalama yüzmeye başlamasak iyidir. Ama ben birkaç defa yüzdüm o zaman boşluğunda, belki şimdilerde de yüzüyorumdur. Bu zaman boşluğumu desem yoksa boşluk denizimi, bizim görüp de bildiğimiz hiçbir denize benzemiyor. Ama geceleyin denize girmek gibi bir nevi; görmeden yüzüyorsun ama tenini sömürüyor deniz ısıtmanın aksine. Güzel bir his aslında bana göre. Normalden farklı olan şeyleri daha çok seviyorum nedense... Şimdi söyleyeceğim için kendime de sinirleneceğim bir cümleyi şuraya bırakacağım... Kısmetse size de nasip olur :)   


3 Aralık 2015 Perşembe

RÜYAMSI

 

 Bazen uyurken gördüğümüz rüyalar bize çok gerçek gelir değil mi? Sabah gözlerimizi açtığımız saniyeden itibaren gerçekliğini ya da yapaylığını sorgular dururuz. Ya gerçek gibiydi ama... Sanki gerçekten oradaydım... Hava soğuktu, üşüdüm...
   Yarı uyuyor yarı etrafı gözlediğim zamanlarımdan birindeyim yine... Aslında yüzdelik bakacak olursak eğer; %70 uyuyorum diyebilirim. Rüyamda klasik günlerimden birindeyim. Rüyada iken uyanıp yataktan kalktığımı görüyorum... Evet evet tam olarak böyle. Rüyanın başrol oyuncusu benim buna ek olarak rüyayı izleyen bir numaralı hayranı da benim...
Yine alelacele eşyalarımı toparlayıp çıkıyorum. Günüm koşturmak ile geçiyor. Sonra kendimi birden kalabalık bir caddenin en ıssız köşesinde buluyorum. Boş gözlerle tüm insanları derinlerine kadar süzüyorum. Kim nereye koşuyor, hangi sıklıkla adımlarını atıyorlar, suratlarında hangi ifade var... Boş gözlerle bakarken bir üşüme geliyor, sanırım üzerimi falan açmış olmalıyım uyurken...
İnsanların seyrekleşmesini fırsat bilip uzun uzun adımlarla hiçbirine değmeden ve sanki gideceğim yeri biliyormuş gibi bir yöne doğru ilerliyorum... Yürürken başımı öne eğiyorum. Sanki dünyada bilinen ünlüler arasındaymışım da birine rast gelmemek için böyle yürüyormuşum gibi davranıyorum. Başımı öne eğdiğim zaman benim olmayan bir montun cebinde görüyorum ellerimi ve bu ayakkabılar, bu pantalonda bana ait değil. Ellerimi korka korka ve olanca ağırlıkla cebimden çıkarıyorum, soğuktan kıpkırmızı bir el. Hem ellerime bakıyor hem de yürüyorum sonra ellerimi (ki benim olduklarından emin bile değilim) tekrar cebime yerleştiriyorum. Hani her insanda aynı olan bir hareket vardır ya ; omuzları ve kaşları yukarı kaldırıp iç sesinle 'ne yapayım ya' hareketi. İşte öteki tarafta beni izleyen bana bu hareketi yapıyorum...
Adımlarımı öyle hızlandırıyorum ki birden gitmem gereken durağı gözümün önüne getirip tabana kuvvet bütün gücümü adımlarıma yüklüyorum. Ama çok yürümeme gerek kalmadan birden durakta volta atarken buluyorum kendimi. Rüya işte her zaman canavarlar, bizi korkutan şeytan ya da özlediğimiz kişiyi görecek değiliz ya. Sonra yıllarca koşmuş birinin yorgunluğu ile duraktaki demirden yapılma yerlere oturuyorum. Allahım ! Bu ne soğuk? Ha şimdi ısınır diye diye bir çok zamanın geçtiğini fark etmiyorum bile. Kulağımda bir müzik çalıyor ama ne olduğunu tam olarak kestiremiyorum. Önümden durmadan çeşit çeşit araba geçiyor. Kimi arabaların sürücüleriyle göz göze geliyoruz, normalde bunun saniyelik bir olay olması gerekirken bazı sürücülerin bakışları tam da baktığım yerde donup kalıyor. Sonra gözlerimi milim hareket ettirdiğim zaman o bakışlar hızla arabanın peşinden gidip sürücüdeki halini alıyor tekrardan.
Bir süre sonra binmem gereken otobüs gelince ayaklanıp sağ ayağımla biniyorum. (İyi ki yaşlı teyzeler gibi besmele çekip binmedim yoksa bu rüyayı en baştan itibaren sorgulamam gerekirdi)
Akbili iki parmağımla tutup fiyakalı bir şekilde okutuyorum ama bu fiyaka otobüs hareket edene kadar sürüyor. Hemen cam kenarına geçiyorum ve tabiki ayakta yalı kazığı gibi dikilmeyi seviyorum.  Otobüsün hızla ilerlemesinden dolayı etrafı fazla gözetlemeye fırsatım olmadığından sinirleniyorum başta sonra sırtımı dönüp içeridekilere bir göz gezdiriyorum. Ama gözüm sadece birinde uzun süre kalıyor, hem de çok uzun bir süre. Mavi gözlü bir kız. Sanırım 17-18 yaşlarında, onun da kulağında bir müzik çalıyor. Belki de birbirimizden bağımsız aynı müziği dinliyor olabilirdik. Kızın o gözlerle dışarıyı seyredişine öyle bir dalmışım ki rahatsız olduğunu hissedince hemen bakışlarımı baktığı yönün biraz daha ilerisine çevirip oraya baktım. Ama gözlerim laf dinlemeyip ısrarla bakmaya devam ediyor, sadece kızın bakışlarına odaklanıyordu. Elleriyle sıkı sıkıya bir kitap tuttuğunu gördüm ek olarak. Kitabı öyle sıkı kavrıyordu ki, açmaya korkuyordu. O kitap sıradan değildi onun için. Aslında sayfaları çevirmeye can atıyordu ama sıradan bir sözcüğün bile canını yakacağından korkuyordu. Bu yüzden yol boyunca dışarıyı seyretti. Aslında seyrettik, bakışlarımız bir oldu gibi geldi bana. Kızın içinde fırtınalar kopuyordu, içindeki rüzgarın esintisi benim de tenime dokunuyordu, hissediyordum. Ve sanırım o fırtına birazdan yağmur olup sağanak yağacaktı... Evet öyle oldu. Kızın gözlerine, o derin deniz kılıklı gözlerine, güneş geldi. O da bunu fırsat bilip serbest bıraktı gözyaşlarını, içinden de gözleri ona değen her insana bağıra bağıra; gözlerimin güneşe alerjisi var, ağlamıyorum ben iyiyim diyordu. Ama aslında hiç de iyi değildi o kız. Belki onu üzen biri olmuştu; sevdiği biri. Ya da birini delicesine özlemişti de bir anda o gözüne yansıyan güneş onu hatırlatmıştı. Ama her türlü o güneş bahane olmuştu. Sonra hızla gözyaşlarını sildi ve biz yine göz göze geldik bu sefer o da uzun uzun bana baktı. Omuzlarını, kaşlarını kaldırıp; ne yapayım? Dedi.
Sonra yine uzaklara gönderdi bakışlarını hemen ardından ben de...
Öyle uzun dalmışım ki uzaklara, omzumda bir el hissettim. Yavaş yavaş bakışlarımı önce omzumdaki ele sonra da o elin sahibine çevirince o kıza ait olduğunu gördüm. Adını bilmediğimden 'mavi gözlü kız' diyorum. Dudaklarını aralayıp bir şey mırıldandı, hızla kulağımdaki kulaklıkları çıkarıp onu duymak istedim. 'Son durağa geldik, inmiyor musun?' Dedi. Ve ben ona sadece gülümsedim. Sonra hemen arkasından indim. Rüyada sanıyordum kendimi. Meğersem her şey gerçekmiş. O omzumda olan el... Cebimden çıkardığım ellere benziyordu tıpkı. Ve hava soğuktu, üşüyordum...
Şimdi ben bu satırları yazarken o kızı düşünüyorum. Acaba adımlarını ne sıklıkla atıyordu, kollarını birleştirip mi yürüyordu sarılacak kimsesi olmadığından... Ve nereye yürüyordu bir başına...
Bir de şimdi rüyada mıyım yoksa gerçek mi diye düşünüyorum...