24 Aralık 2015 Perşembe

Soluk Bir An

   




    Birazdan kelimeler dolusu yazacağım yazıma şunları söyleyerek başlamak istiyorum; belki de çok fazla sevmemiş biri olarak ne pahasına olursa olsun sevmiş birinin hislerini, üzüntülerini, gülüşlerini, iç yıkıntılarını anlatacağım. Kim bilir belki çok fazla değil çok derin sevmişimdir. Aslında hangi zaman dilimini kullanacağım konusunda bile kararsızım; sevmişimdir (sevdim mi bilmiyorum), sevdim (artık sevmiyorum), seviyorum (içimde hala bulunan közler var)... Ama şuna inanıyorum ki yaşımız kaç olursa olsun her birimiz birileri tarafından sevildik ve en çok da sevilmedik. Bu hikayede bir kıyıda kendini bulursan; kendinden izleri, hisleri, kelimeleri, bakışları veyahut her ne bulursan yoruma kendinden bir parçayı iliştir. Bulunduğumuz ortak hisler aynı yaralara dokunur belki; kah yaramıza tuz basarız, kah yaramızın üzerini büyülü bir örtü ile örteriz.Bazen hayal olarak yazdıklarımı öylesine çok içimde yaşıyorum ki sanki o yazdıklarım gerçekmiş gibi oluyor hayatımda ama bazen kurgularımın içinde bir çimdik gerçek hayattan alıntılarda olmuyor değil. Hepsi birbiri ile kenetli. Bu hikayenin gerçekliği hakkında ne kadar bilgi veririm bilmiyorum, içimden ne gelirse onu yazıyorum. Gerisi sizin hislerinize kalmış. 

            . . . 
   Günlerden klasik bir Pazartesi. Sendrom henüz kapı aralığından göz kırpmış değil. Ama telaşlı koşuşturmacalarım daha adımımı dışarıya ilk atışımda başlıyor. Neden böylesine telaş yaptığımı aslında ben de bilmiyorum ama sanki attığım adımlar arasında bir sır gibi hızla ilerliyor bu telaş. Saçlarım rüzgarda önüme gelince sinir olduğum için genelde şapka takıyorum kafama ve bu soğuk havalar için dudaklarıma olabildiğince nemlendirici ile koruyorum. Her zaman olduğu gibi otobüse ucu ucuna yetişiyorum ve bindikten sonra birkaç kere kontrol edip doğru olduğundan emin oluyorum. Aslında bu huyum öylesine sinir ediyor ki beni; mesela çantamda olduğunu bildiğim halde sürekli kitabımın yerinde olup olmadığına bakıyorum, cebimdeki öğrenci kartlarını montumun üstünden yokluyorum bazen, cüzdanımın içinde günün birinde kendime motive amaçlı yazmış olduğum notu kontrol ediyorum. Halbuki bunların hiçbirini defalarca yapmama gerek yok! Ayaklanıp da; "hadi ben kaçtım." diyecek halleri yok ya! Her defasında kendime şiddetle kızmama rağmen her defasında da ısrarla yapıyorum bunu. Ah bu ben! Hemen sırtımı yaslayabileceğim uygun bir yere geçip defalarca kontrol ettiğim kitabımı elime aldım. Yine dışarıya bakıp hangi sayfada kaldığımı tahmin etmeye başladım; 70? 72? O sayfalara göz gezdirip tanıdık kelimeler aradım okuduğuma dair. Aslında bir dünya kitap ayracım var; renk renk, manzaralı, demirden yapılma, mıknatıslı. Hepsi de birbirinden güzel benim için. Ama neden onları kullanmıyorum sorusunun cevabına gelecek olursam; yine günün birinde kitap ayracını elimde tutup kitabımı okuyorken eve geldiğimde kitap ayracımı ne kitabın arasında ne de çantamda bulabildim. Küçük bir problemdi ama ben çok üzülmüştüm. "Kızım bir ayraca sahip çıkamadın kendini de kaybedersin sen." diye kendime çok söylenmiştim. O zamandan beri yolculuk sıralarında ayraç koymamaya başladım. Her gün o sayfayı okudum, bu sayfayı okumadım, şu kelimede kaldım diye beyin fırtınası yapar oldum. Sonra "Taner'in içinin tamamen Esra ile dolduğundan beri hafiflediğini hissediyor." Cümlesi aklıma geldi ve hızlı hızlı gözlerimle o cümleyi arayıp buldum. Behçet Çelik'in Soluk Bir An kitabını okuyorum. Ve kesinlikle oradaki Taner karakterinin ben olduğumu düşünüyorum. "Umutsuz tutkun." Aslında hepimiz biraz umutsuz ve birilerine tutkunuz. Ve tutkunu olduğumuz kişilerin kurduğu cümlelerin tek bir harfinde bile yokuz. Mesela sen bin sıkıntı ile seni seviyorum dersin ya da sana tutuklu kaldım dersin ( ki ben sevmek ile sevdalanmayı hiçbir zaman aynı teraziye koymam) ama o Londra'nın ticaretinden, evlerinden ya da kültür farklılığından, havanın soğukluğu nedeni ile üşüdüğünü dile getirir. Sen yine de Londra'daki bir ev, bir ülkenin koskoca kültürü ve onu ısıtacak bir örtü olmak istersin.
   Kendimi tamamen kitaba kaptırmış tek nefeste okuyorken bir el kitabıma uzandı elinde bir ayraç ile. Kafamı kaldırıp o uzanan elin sahibine baktım ve ağız dolusu bir gülüş yerleştirdim yüzüme. Şimdi düşününce keşke teşekkür edip onun elindeki kitap hakkında konuşsaydım diyorum ama o an bütün duyguları karışık bir baharat tarzında yaşıyordum; sevinç, heyecan, dileğin gerçekleşmesi, birinin aklını okumuş olma ihtimali, neden ayracı öylece kitabıma bırakması vs. kitabı okumayı bırakıp bunları düşünmeye başladım gözlerimi ayraçtan ayırmadan. Ama bu düşüncelerin fazlasıyla beynimi kemirmesine izin vermedim. Çünkü daha sabahın körüydü ve akşama kadar milyonlarca kemirgen düşünce kuyruk oluşturmuştu. Otobüsten inip meraklı gözlerle etrafıma bakındım; etraftaki harekete ayak uydurmaya çalışıp, insanların hangi yöne daha fazla koşuşturduğuna dikkat ettim. Fazla yoğun olan kısma karar verdikten sonra tam tersi yöne doğru adımlar atmaya başladım. Çünkü kalabalıktan nefret ederim, zorunda kalmadığım süre zarfında bulunmam da. Kalabalık demek; bir sürü kelime, nefes kıtlığı, fazla bakış, zorunlu muhabbet demek benim için. Cebimden telefonu çıkarttım kilidini açıp sonra yeniden kitleyip yerine koydum. Aslında amacım saate bakmaktı sonra yeniden bu eylemi tekrar ettim ve gitmem gereken yer için 1 saat kadar vaktim olduğunun farkına vardım. Gözlerimi telefondan ayırdığımın hemen ardında gözüme ilk takılan kafeye girip en uç köşeye oturdum. Göz ucu ile etrafa göz gezdireyim derken yıllardır adım gibi ezberlediğim bir çift kahverengi göze takıldım. Omuzları hala aynı genişlikte, yine üzerine oturan bir gömleği ve o sıcak ellerinin altında kitabı vardı. İçim titredi. Sanki o an Balkanlardan gelen soğuk hava benim kalbimi, nefesimi, ellerimi dondurdu ve tabi bakışlarımı da. Ve bakışlarımı hiç çekmedim üzerinden; gözleri, elleri, nefesini bile hissetmiştim sanki o an. Hiç değişmemiş ama farklı bakıyor gözleri. Sonra acele ile kendime oyalanacak bir şeyler buldum. Not defterimi çıkartıp titreyen ellerimle; "Yıllar sonra bugün, hiç görmem diyorken, görmesem de olur, nasıldı derken şimdi çaprazımda; bir ses uzağımda oturuyor." yazdım. Ve cümleye noktayı koyduğum gibi hayali ile yanıp tutuştuğum ellerini karşımdaki sandalyenin başında yan yana gördüm. "Sen" dedi. Etkileyici kalın sesi ile;"Bu bakışları biliyorum." Hemen içimdeki fırtınayı kocaman bir sessizliğe boğup; "Pardon, tanıyamadım, kimsiniz?" diye yanıtladım. Sandalyeyi geriye doğru çekip oturdu, rahatsız olmuş tavrımı yerleştirdim yüzüme. Kekeleyerek özür diledi benden, geçmişte beni elinin tersi ile itişlerinden, duygularımı hor görüşünden. Sevmediği için binlerce kez özür diledi benden. Nasıl olur da beni tanımadın diye sordu bana özürlerinin sonunda. İşte o zaman gözlerimi masadan ayırıp onun üzerine kondurup; "Sen bu sözü seni adım gibi ezberlediğimde; nefes alışına bile tutulduğumda, cümlelerini tahmin ettiğimde sen bana söylemiştin ve hep diretmiştin beni tanımıyorsun diye. Şimdi seni tanımamak senin üzerinde çok iyi duruyor." dedim. Farklı şehirde rastlaşmıştık, eskiden olsa tüm yollar ona çıkıyor diye sever bir kelebek misali o çiçekten bu çiçeğe konardım. Ama olmadı işte. İçim hep buruk kaldı. Duygu sadece bir kız ismi olarak kaldı bende. Ne sevda ne aşk ne üzüntü. Kırık bir cam parçası gibi, ayaklanıp o ortamdan çıktım. Galiba onu ne olursa olsun kaybetmeye dayanamamak, bazen kendimizi kaybetmek pahasına ona sahip olmayı isteyecek kadar onu değerli bulmak; karanlıklarımızı karıştıran aşkı, sevdiğimize duyduğumuz hayranlıkla, beğeniyle, kusursuzluğuyla onun biricikliğine olan inançla sarıp sarmalamak, sevdanın bazen sığlaşan tatlarını aşkın içinde her zaman bulunmayan duygularla zenginleştirmek bizi bir duygu yükü olarak tutan şeydi ve biz onu kaybetmiştik. Gözlerindeki pişmanlığı, sesindeki titrekliği, içinin ağlayışını öyle şiddetli hissettim ki ona sarılıp bir şelale olup taşmak isterken sadece sessizliğimi alıp, hareketlerimin rüzgarını yüzüne çarpıp oradan ayrıldım. Çünkü sarılsam hiçbir şey geçmeyecekti ve geri dönmem için çok geçti.

7 Aralık 2015 Pazartesi

Suçluluk Birikintisi



    Bin telaş ile yatağından fırlayıp,kısa ama sık adımlarla çapraz odanın kapısına doğru ilerledi.Sağ eli ile kapının koluna uzanıp zor açıldığından var gücü ile bastırdı. O kapı sanki yüzyıllardır açılmamış gibi olanca gücüyle gıcırdadı, hani şu korku filmlerinde çıkan kapı gıcırtıları varya ondan bin kat daha beterdi bu gıcırtı. İçini ürpertti. Kapıyı aralamakta tereddüt ediyordu. Ya bir den ardına kadar açacaktı ya da usulca, yavaş yavaş. Neden mi bu kadar korku içindeydi diyorsunuz? Çünkü içinde bir his vardı, boğazına yapışmıştı. Zaten o  his yüzünden yatağından kalkıp o kapıya yönelmişti. Kapının ardında Güneş'in bedeni yatıyordu yerde boylu boyunca. Aslında yerde değil de sanki bir kan gölünün üzerinde yüzüyordu bedeni. Onu görünce sanki uykudan yeni uyanmış gibi ellerini yumruk yapıp var gücü ile gözlerine bastırıp ovaladı. Hâlâ oradaydı bedeni. İçinde panik volkanları patlayıp içini cayır cayır yakmaya başladı. Kollarına aldığı gibi kucaklayıp en yakın hastanenin yolunu tutmuştu, tazı kadar güçlüydü bacakları sadece koşarak bile daha hızlı yetişebilirdi hastaneye. Hiçbir şey düşünemeyecek kadar boştu aklı. Ve kalbi... Parçalanıyordu durduğu yerde. Neden? Nasıl? Geçecek mi? Nefes alıyor mu?
...
Hastaneye; güvenilir ellere teslim ettikten sonra büyük bekleyiş başladı. Ama o bekleyiş yüzyılların devrilmesine, savaşların başlayıp da bitmesine bedeldi.
İki elinin arasına aldı yüzünü hatta arada yumruk yapıp kendi kafasına vurdu. Güneşin kafasının tam olarak neresini vurduğunu ve nasıl bir acı çektiğini anlamak için defalarca vurdu kafasına, defalarca. Sonra başını oturduğu yerin duvarına yasladı, gözlerini tavana dikti. Bir de hızla duvara vurdu kafasını. Acı içindeydi, ne yaptığını bilmiyordu. İçi kadar acımıyordu kafası. Neden acımıyor diye sinirlendi kendine, küfürler etti. Dünya'nın anasına bacısına, gelmişine geçmişine sövüp durdu. Sonra nefesini tutup Güneş'in nefes alıp verişini hissetmeye başladı. Gerçekten bunu hissediyordu ve hissettiği için içi rahatlamıştı. Ama o ilk gelip de boğazına yapışan his bir türlü rahat bırakmıyordu onu. Nasıl oldu da hissettim? Biz birbirimize mi bağlıyız? İç sesi ile konuşup birbirlerine dalaşmaya başladılar ve bazen bu dalaşma sesli oluyor etraftaki insanların bakışlarını üzerine topluyordu. Buz kesmiş parmakları ile güç bela bir numarayı tuşlayıp güvenebileceği bir arkadaşını çağırdı yanında durması için. O kişi gelince 1 saat izin isteyip eve döndü... Tazı gibi koştuğu yolları kaplumbağa gibi döndü. Ruhu müthiş bir yorgunluk içerisindeydi. Evin kapısına geldiğinde yaşlı ve parkinsonlu biri gibi titredi elleri, bir türlü anahtarı sokup da açamadı kapıyı. Sonra bir gölge ellerini sağlam bir şekilde tutup açmasına yardım etti. Eve adımını attı, Güneş'i en son gördüğü odanın kapısına doğru ilerledi. Yine sağ eliyle uzanıp kapının kolunu bastırdı ama bu sefer daha da şiddetlenmişti sanki o gıcırtı. Hızla elini çekip iki kulağını da elleriyle sıkı sıkı kapattı. Halbuki elini çektiği an gıcırtı bitmişti aslında ama onun için hala devam ediyordu hem de büyüyerek, şiddetlenip kulaklarını özenle tırmalıyordu. Hızlı nefes almaya başladı, kendine sakin olması için sözler söyledi. Deliriyordu, birazdan birileri gelip ters bir gömlek giydirip onu götürselerdi tam yeri olurdu. Bu ruh halini biraz bastırıp hızla açtı kapıyı. Kan daha da yayılmıştı. Bir rüzgar hızında bir sünger ve bir kova aldı. Ama bunları alırken bile gözünün önünde o kan birikintisi vardı. Dizlerinin üstüne çöktü, tam kan birikintisinin bitimine. Ve çıplak elinin birisini tam ortasına koyup diğer elindeki süngeri haznesi kadar kana bulayıp yavaş yavaş kovanın içine götürüp tüm gücüyle sıktı. Yerdeki kanların hepsini kovaya aktarana kadar bu işlemi belki de milyon kez yaptı. En sonunda kan birikintisinin tam ortasına koyduğu elini kaldırıp diğer eli ile oradaki kanları da sünger ile aldı ve kovanın içine süngerle beraber bıraktı. Önce bir müddet temizlediği yere baktı. Güneş'in bedenini gördü gözlerinin önünde, gülümsedi. Ama sonra hemen bu gülümseme suçluluk duygusuna döndü. Ellerini gözlerinin önüne kadar kaldırdı. En ince ayrıntıya kadar kana bulanmıştı ve hatta dirseklerine kadar akmaya başlamıştı kanlar. Büyük bir sinirle ellerini sildi pantalonuna hem avuç içini hem de elinin tersini. Şimdi bütün üstü başı kan içindeydi. Güneş dengesini kaybedip kendi düşmüştü ama o kendisini sorumlu tuttu. Güneş'in kanı ellerindeydi, pantalonunda, yüzünde, gözünde... Gözünün önüne bu halde elleri arkada tutuklandığı ve polisler tarafından aşağılandığı an gelmişti. Kendisi öldürmese bile bu anı yaşamıştı, kendini dünyadaki en suçlu insan olarak hissediyordu ve sonsuza dek ceza çekmek istiyordu...

5 Aralık 2015 Cumartesi

Bu hayat hep kısmet...

     
  Kısmet...
Bazen bu kelimeden o kadar çok nefret ediyorum ki. Hatta kelime demek bile sanki diğer özenerek kullandığım, baş tacı yaptığım kelimelere hakaret gibi geliyor. Ama nedense herkesin diline yapışmış birkaç kelimeden biri de bu; kısmet... (İngiliz Dili ve Edebiyatı okuduğum için "destiny, fortune" kelimelerinden bile nefret ediyorum aslında.) Mesela bir plan yapılıyor ya da hayaller paylaşılıyor (ve bu hayaller öylesine gerçekmiş gibi, hemen olacak ya da yarın gerçekleşecekmiş gibi konuşuluyor ki) o saatlerce konuşmanın, gülüşmelerin, heyecanın sonuna 'kısmet' kelimesi koyuluyor ya... İşte o zaman tüm hayaller, tüm gülüşmeler soluyor bende. Sanki bu kelime de bir parça olma olasılığını düşürme, işi şansa bırakma payı var gibi geliyor  ve ben gerçekten de çok şanssız biriyimdir. Her cümlemin sonuna 3-4 tane kısmet diye eklesem bile olacağı varsa da olmaz, o denli bir şanssızlık. Ha şimdi bazılarımız vardır alışkanlık haline getirmiştir ama ben buna inanamıyorum arkadaş. Kısmetse olur; sanki böyle denilince onca şey buruşturulup bir kenara atılmış gibi geliyor. Çabalamayacağım (belki de çabalayacağım) ama kısmetse olur deniliyor aslında.
Bu laf sanki biraz şeye de benziyor; olacağı varsa olur, sen sabret. Sanki evren bize bir gün kıyak yapar da " ya bunun böyle bir isteği vardı, şimdi keyfim yerinde bari bir oluversin" diyecek diye beklemeye koyuluyoruz. Ve o bekleyişler bir evren halini alıyor ya... Derin, sonsuz, ne zaman olacağı belirsiz. Belki de hiç olmayacak. Hiç kavuşamayacak özlemler, hiç kavuşamayacak bakışmalar, hiç gidilmeyecek bir yerden... Bilemiyorum bu bekleyişlerin sonunu. Koca bir zaman boşluğunda kurbağalama yüzmeye başlamasak iyidir. Ama ben birkaç defa yüzdüm o zaman boşluğunda, belki şimdilerde de yüzüyorumdur. Bu zaman boşluğumu desem yoksa boşluk denizimi, bizim görüp de bildiğimiz hiçbir denize benzemiyor. Ama geceleyin denize girmek gibi bir nevi; görmeden yüzüyorsun ama tenini sömürüyor deniz ısıtmanın aksine. Güzel bir his aslında bana göre. Normalden farklı olan şeyleri daha çok seviyorum nedense... Şimdi söyleyeceğim için kendime de sinirleneceğim bir cümleyi şuraya bırakacağım... Kısmetse size de nasip olur :)   


3 Aralık 2015 Perşembe

RÜYAMSI

 

 Bazen uyurken gördüğümüz rüyalar bize çok gerçek gelir değil mi? Sabah gözlerimizi açtığımız saniyeden itibaren gerçekliğini ya da yapaylığını sorgular dururuz. Ya gerçek gibiydi ama... Sanki gerçekten oradaydım... Hava soğuktu, üşüdüm...
   Yarı uyuyor yarı etrafı gözlediğim zamanlarımdan birindeyim yine... Aslında yüzdelik bakacak olursak eğer; %70 uyuyorum diyebilirim. Rüyamda klasik günlerimden birindeyim. Rüyada iken uyanıp yataktan kalktığımı görüyorum... Evet evet tam olarak böyle. Rüyanın başrol oyuncusu benim buna ek olarak rüyayı izleyen bir numaralı hayranı da benim...
Yine alelacele eşyalarımı toparlayıp çıkıyorum. Günüm koşturmak ile geçiyor. Sonra kendimi birden kalabalık bir caddenin en ıssız köşesinde buluyorum. Boş gözlerle tüm insanları derinlerine kadar süzüyorum. Kim nereye koşuyor, hangi sıklıkla adımlarını atıyorlar, suratlarında hangi ifade var... Boş gözlerle bakarken bir üşüme geliyor, sanırım üzerimi falan açmış olmalıyım uyurken...
İnsanların seyrekleşmesini fırsat bilip uzun uzun adımlarla hiçbirine değmeden ve sanki gideceğim yeri biliyormuş gibi bir yöne doğru ilerliyorum... Yürürken başımı öne eğiyorum. Sanki dünyada bilinen ünlüler arasındaymışım da birine rast gelmemek için böyle yürüyormuşum gibi davranıyorum. Başımı öne eğdiğim zaman benim olmayan bir montun cebinde görüyorum ellerimi ve bu ayakkabılar, bu pantalonda bana ait değil. Ellerimi korka korka ve olanca ağırlıkla cebimden çıkarıyorum, soğuktan kıpkırmızı bir el. Hem ellerime bakıyor hem de yürüyorum sonra ellerimi (ki benim olduklarından emin bile değilim) tekrar cebime yerleştiriyorum. Hani her insanda aynı olan bir hareket vardır ya ; omuzları ve kaşları yukarı kaldırıp iç sesinle 'ne yapayım ya' hareketi. İşte öteki tarafta beni izleyen bana bu hareketi yapıyorum...
Adımlarımı öyle hızlandırıyorum ki birden gitmem gereken durağı gözümün önüne getirip tabana kuvvet bütün gücümü adımlarıma yüklüyorum. Ama çok yürümeme gerek kalmadan birden durakta volta atarken buluyorum kendimi. Rüya işte her zaman canavarlar, bizi korkutan şeytan ya da özlediğimiz kişiyi görecek değiliz ya. Sonra yıllarca koşmuş birinin yorgunluğu ile duraktaki demirden yapılma yerlere oturuyorum. Allahım ! Bu ne soğuk? Ha şimdi ısınır diye diye bir çok zamanın geçtiğini fark etmiyorum bile. Kulağımda bir müzik çalıyor ama ne olduğunu tam olarak kestiremiyorum. Önümden durmadan çeşit çeşit araba geçiyor. Kimi arabaların sürücüleriyle göz göze geliyoruz, normalde bunun saniyelik bir olay olması gerekirken bazı sürücülerin bakışları tam da baktığım yerde donup kalıyor. Sonra gözlerimi milim hareket ettirdiğim zaman o bakışlar hızla arabanın peşinden gidip sürücüdeki halini alıyor tekrardan.
Bir süre sonra binmem gereken otobüs gelince ayaklanıp sağ ayağımla biniyorum. (İyi ki yaşlı teyzeler gibi besmele çekip binmedim yoksa bu rüyayı en baştan itibaren sorgulamam gerekirdi)
Akbili iki parmağımla tutup fiyakalı bir şekilde okutuyorum ama bu fiyaka otobüs hareket edene kadar sürüyor. Hemen cam kenarına geçiyorum ve tabiki ayakta yalı kazığı gibi dikilmeyi seviyorum.  Otobüsün hızla ilerlemesinden dolayı etrafı fazla gözetlemeye fırsatım olmadığından sinirleniyorum başta sonra sırtımı dönüp içeridekilere bir göz gezdiriyorum. Ama gözüm sadece birinde uzun süre kalıyor, hem de çok uzun bir süre. Mavi gözlü bir kız. Sanırım 17-18 yaşlarında, onun da kulağında bir müzik çalıyor. Belki de birbirimizden bağımsız aynı müziği dinliyor olabilirdik. Kızın o gözlerle dışarıyı seyredişine öyle bir dalmışım ki rahatsız olduğunu hissedince hemen bakışlarımı baktığı yönün biraz daha ilerisine çevirip oraya baktım. Ama gözlerim laf dinlemeyip ısrarla bakmaya devam ediyor, sadece kızın bakışlarına odaklanıyordu. Elleriyle sıkı sıkıya bir kitap tuttuğunu gördüm ek olarak. Kitabı öyle sıkı kavrıyordu ki, açmaya korkuyordu. O kitap sıradan değildi onun için. Aslında sayfaları çevirmeye can atıyordu ama sıradan bir sözcüğün bile canını yakacağından korkuyordu. Bu yüzden yol boyunca dışarıyı seyretti. Aslında seyrettik, bakışlarımız bir oldu gibi geldi bana. Kızın içinde fırtınalar kopuyordu, içindeki rüzgarın esintisi benim de tenime dokunuyordu, hissediyordum. Ve sanırım o fırtına birazdan yağmur olup sağanak yağacaktı... Evet öyle oldu. Kızın gözlerine, o derin deniz kılıklı gözlerine, güneş geldi. O da bunu fırsat bilip serbest bıraktı gözyaşlarını, içinden de gözleri ona değen her insana bağıra bağıra; gözlerimin güneşe alerjisi var, ağlamıyorum ben iyiyim diyordu. Ama aslında hiç de iyi değildi o kız. Belki onu üzen biri olmuştu; sevdiği biri. Ya da birini delicesine özlemişti de bir anda o gözüne yansıyan güneş onu hatırlatmıştı. Ama her türlü o güneş bahane olmuştu. Sonra hızla gözyaşlarını sildi ve biz yine göz göze geldik bu sefer o da uzun uzun bana baktı. Omuzlarını, kaşlarını kaldırıp; ne yapayım? Dedi.
Sonra yine uzaklara gönderdi bakışlarını hemen ardından ben de...
Öyle uzun dalmışım ki uzaklara, omzumda bir el hissettim. Yavaş yavaş bakışlarımı önce omzumdaki ele sonra da o elin sahibine çevirince o kıza ait olduğunu gördüm. Adını bilmediğimden 'mavi gözlü kız' diyorum. Dudaklarını aralayıp bir şey mırıldandı, hızla kulağımdaki kulaklıkları çıkarıp onu duymak istedim. 'Son durağa geldik, inmiyor musun?' Dedi. Ve ben ona sadece gülümsedim. Sonra hemen arkasından indim. Rüyada sanıyordum kendimi. Meğersem her şey gerçekmiş. O omzumda olan el... Cebimden çıkardığım ellere benziyordu tıpkı. Ve hava soğuktu, üşüyordum...
Şimdi ben bu satırları yazarken o kızı düşünüyorum. Acaba adımlarını ne sıklıkla atıyordu, kollarını birleştirip mi yürüyordu sarılacak kimsesi olmadığından... Ve nereye yürüyordu bir başına...
Bir de şimdi rüyada mıyım yoksa gerçek mi diye düşünüyorum...

28 Kasım 2015 Cumartesi

Umut Gökte



      Şimdi yazı yazmak için her şeyimi tamamladım. Kahvemi yapıp yanıma aldım, Radyo Eksen'i açtım, Garbage- Querr şarkısı çalıyor. Bıkmadan dinlediğim şarkının bu ana denk gelmesi beni inanılmaz mutlu ediyor. Teoman'ın İstanbul'da Sonbahar şarkısı dolanıp duruyor içimde ama sadece; "İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış" satırları. Aslında böyle kapalı havalar beni içimdeki derinlikleri çıkarmaya zorluyor ama bugün nedense çok baskı yapmıyor kelimeler üzerimde.
Bugünler de en çok Blogger'da dolanıyorum. Yeni yeni arkadaşlar keşfettim ve yazıları çok hoşuma gidenler, sürekli takip ettiklerim de oldu... Aslında her gün bir şeyler yazasım geliyor. Ama sanki o an yazıp yollasam yazılarım çok eksik olacak, boynu bükük kalıp beni huzursuz edecek gibime geliyor. Az yazıyorsam sebebi budur ve tabi bir de İstanbul'un inanılmaz dur durak bilmeyen koşuşturmacaları... Gönlüm istiyor ki gün boyu düşüneyim, yazayım, okuyayım, kağıt üzerinde kalem oynatayım. Evet tek isteğim bu gerçekten. Mesela her gün bir kelime olsa dahi yazarım ben. Bazen bomboş bir sayfaya sadece ; hüzün yazar kapatırım. Ama o kelime benim bütün söyleyeceklerimi kapsar. Bazen diğer sayfayı çevirip aklıma gelen soyut bir resim çizerim (gerçeklik payından çok uzak olan resimler). Sanırım benim işim kalemle, evet evet kesinlikle böyle! Yazının başında demiştim; bu havada kelimeler bana ilk kez baskı yapmıyor diye. Şimdi sebebini söyleyeyim. Her zamanki gibi defter ve kalemi sağ tarafıma koyup laptop'u aldım. (Defterin sürekli açık olma sebebi de aklıma başka bir yazı gelirse not etmek için. Ki bu da beni çok sevindiren bir olay) Koltuğa oturmuş pencere önünde yeni yazacağım öykü üzerinde kurgular yaparken ve tabi en derinlere inip sağdaki soldaki taşların altlarına bakarken bu kapalı havada bir umut gibi güneş ışıkları çok az rahatsız edici bir şekilde gelip de gözüme çarptı. Ve ben bir şizofren edası ile kafamı kaldırıp göğe baktığımda bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. Ve ne zaman başımı kaldırıp göğe baksam Turgut Uyar'ın "İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım." lafı gelir aklıma. Hemen o yüzüme gülümseme yerleştiren anı fotoğraflayıp, sizinle paylaşmak istedim... Aslında yazmaktan sonra sevdiğim şey fotoğraf çekmek. Öyle manzara falan da değil aslında. Bazen harabe yerler, bazen bir çocuk gülümsemesi, bazen yağmur ve en çok yere dökülen yapraklar... Hangimizi mutlu etmiyor ki yağmur kokusu ya da kar yağdığı zaman ki o sessizlik. Sanki yeryüzündeki tüm insanlar,tüm varlıklar, hatta mikroorganizmalar susuyormuş gibi. Belki biz de o an biraz iç sesimizi susturabilsek sadece kalp atışları duyulacakmış gibi değil mi ? Dört bir yanda... Belki de sevdiğimizin... Özlediğimizin kalp atışları kilometrelerce yolları aşıp kulağımızda yankılanacak gibi...

 Bu yazıyı yazarken eklediğim fotoğrafa bakmadan edemiyorum. Sanırım ilk kez Güneş'e böylesine taptım... Eski zaman insanları gibi ilk kez görmüşçesine. Ve hatta hayatımın bir bölümünde bir şeye adını vermiş gibi hissediyorum. İngilizce de hafta isimlerini öyle yapmışlar ya. Güneş'i görüp ona tapıp sonra da o günün adını Sunday koymuşlar... Tabi Güneş'ten önce Ay'a tutulup Monday (Moon-day) diye bir gün belirlemişler. Benim mesela pazartesi sendromundan önce aklıma bu gelir. Bir an önce gece olup Ay'ın yükselmesini beklerim sabırsızlıkla. Sonra uzun sokaklar boyunca gözlerimi ayırmadan yürürüm. Yürümek bir tür terapi ise koşmak kaçış yoludur. Ya da en azından benim kaçış yolum bu hepinize önerebileceğim. Mesela bazı sorunlar, bazı sözler devleşip üzerime gelmeye başlayınca hava şartları ne olursa olsun kendimi dışarı atıp koşmaya başlarım. Dur durak bilmeden koşmak... Gözyaşların kadar kalbinin de iflas ettiğini hissedene kadar. Duraksadığım zaman ellerimi dizime koyup dinlenmek de kalbini teselli etmek değil de nedir ki ?

Ah nereden geldim buralara ben. En son güneş diyorduk, gök diyorduk. Güneş'in bulutları yarıp gözüme ulaşması diyorduk... Ben mesela havaya atılan çoğunun bayıldığı o rengarenk fişeklerden nefret ederim. Neden mi? Sanki o havai fişeklerin büyük bir gürültü yaptığı yetmiyormuş gibi gökyüzünü ortadan ikiye böleceğini düşünüp büyük bir korkuya kapılıyorum ben... Bize kalan tek huzurlu şeyi mahvedeceklerinden korkuyorum... Bir keresinde yine havai fişek atıldığı bir zaman çok yakından görmüştüm ve iç sesim hemen şunları söylemişti bana; Ve havai fişekler gökyüzünü yarmaya ramak kala lacivert geceyi kör edici bir aydınlığa çevirdi... Evet gerçekten bir kaçımız sağır olduk o zaman bir kaçımız da kör...
Ama bu yazıyı yazana kadar gözümün kenarında olan ama şimdi eser kalmayan Güneş benim körlüğümü düzeltti. Dudağımın kıyısına bıraktı sıcaklığını...

9 Kasım 2015 Pazartesi

Uğultu Tepelerinin Ardındakiler



...
     Ne sessizliği ne de gürültüsü tam olarak belli olan izbe bir köyün uğultulu tepelerinin alçak sokaklarında acelesiz, kuru bir nefes ve alabildiğine kafamda karışık düşüncelerle yürüyordum. Köyün belirsizliği kadar bizim de yaşamlarımız belirsiz, silik. Görüşlerimiz de pek net değil. Görüş derken ciddi anlamda; etrafımıza at gözlükleriyle bakmakla kalmayıp bir de bulanık görüyoruz. Sanki birbirimize bakmak, tokalaşıp iki çift muhabbet etmek yasaklanmış gibi bu zahmetlere pek girişmiyorduk. Ezelden beridir böyleymiş herhalde her şey.Köydeki insanlar doğduklarında bile ağlamamış hep susmuş bu yüzden de doktorların doğduktan sonra tokat atma adeti zamanla körelmiş.
Dünyanın bağrından kopup gelen efsanevi bir kasırga şiddetlenerek gelip de kasabayı tozu dumana katsa, etrafı talan edip insanları yerden yere vursa kimsenin sesi soluğu çıkmayacak, bilhassa benim.

   Köyün alacakaranlık vakti değil de alacasessiz bir zamanında havanın dondurucu soğuğuna inat sıcak ellerimi paltomun cebine sokup ağır adımlarla mıcırlı yolda yürümeye devam ettim. Kafamda bin türlü ölüm, bin türlü son bulma düşüncesi ile. Aslında pek de doğru dürüst yürüdüğüm söylenemez, taşlar yüzünden arada bir dengemi kaybedip duraksama isteği duyuyordum.Bu da ulaşacağım yere varış zamanımı uzattıkça uzatıyordu. Aceleci bir insanım, yürüdüğüm zamanlar hariç.Ama bomboş bir eve gideceğim, ne diye acele edeyim ki. Burada aile olanlar da var, boy boy çocukları olanlar, eşi olanlar da ama başka diyarlardan biri gelip de gözlemci bir gözle baksa dili varmaz aile demeye. Herkes birbirinden kopuk ama bir arada yaşıyor. Şu anlattıklarıma bakarsanız; olsa olsa tuhaflar ordusu toplanmış dersiniz. Ama öyle değil. Tek tuhaflığımız gülüştüğümüz anlar. Ben ne yaşlı amcalar gördüm yüzü gülümsediğinde korkunç bir telaşa kapılan,yüzünü ellerinin arasına alıp kara düşüncelerde boğulan, ne genç kızlar gördüm sevdiğini söyleyen delikanlılar yüzünden bir daha hiç gözlerini yerden kaldırmayan. Oysa ki onlarında gönülleri vardı ama birbirlerine temas korkusundan hiçbir zaman karşılık veremediler, her gün ölüp her gün tükendiler. Bende tükendim ama sevdiğimden değil, gülümsediğimden değil. Farklı olduğum halde buradaki insanlara benzeyip onlar gibi davranıp, onlar gibi susmaktan tükendim. Nedendir bilmiyorum ama dilesem apar topar kalkıp gidebilirim bu tuhaflık cennetinden. Cennet diyorum işte, kopamıyorum bir türlü. Bu köye demir atmış bir gemi gibiyim ama durduğum yerde enkaza dönüşüyorum.

   Kafamdaki çelpeşük kelimeleri rafa kaldırıp bir hışımla eve girip, önce elimi yüzümü yıkayıp aynada soğuktan etrafı kızaran kahverengi gözlerime baktım. Belki de konuşmamak için tuttular da kendilerini ondan kızardılar. Yürümekten mi yoruldum bilmiyorum düşünmekten mi ama bir an evvel dinlenme isteği uyandı içimde. İstek uyandı da ben uyumak istedim. Ah nasıl bir çelişki bu Tanrım ! 
   Sabah gözlerimi fısıltılar. yok yok hatta gürültüler eşliğinde açtım. Köyde...gürültü... kelimelerini yan yana getirmekten bile acizken bunun yüzünden umarsızca yataktan fırladım. Pencereyi açtım evden çıkan herkes programlanmış gibi aynı yere ve hatta aynı hızda yürüyordu. Belime kadar pencereden sarksam da pek bir şey göremedim. Sabahın mahmurluğunu üzerimden çıkartıp kıyafetlerimi giyip ben de aynı hızda aynı yere yürümeye başladım herkesle beraber. Sağımdan solumdan geçenlerin yüzüne bir cevap ararmışcasına baksam da hiçbir yanıt alamadım o suratlardan.. 
  Köy meydanına geldiğimde köy dışından bir grup insan olduğunu gördüm, bir an görünmez bir duvara çarpmış gibi olduğum yere çakılı kaldım, hafif başım döndü, işaret ve baş parmağımla şakaklarımı bir saniye ovuşturduktan sonra gözlerimi kısarak kafamı kaldırıp yeniden baktım. Yerlerinden kımıldamamışlardı bile. Önlerinde duran bir avuç kalabalığı ellerimi cebimden çıkarma zahmetinde bulunmadan bir sağ omzum bir diğeriyle yara yara yabancıların önüne geldim. Herkes gibi bende aval aval yüzlerine baktım, onlar da heykel misali oldukları yerde ellerinde birkaç saçma ötesi anlam veremediğim dosya tarzı şeylerle duruyorlardı. Kafası yere eğilmiş, pabuçlarının en uçlarına bakan adam ağır ağır kafasını kaldırıp yemyeşil gözlerini benim üzerime dikip; 
- "Evet! Sıra sizde" dedi. Adamın sesini işitir işitmez herkes olduğu yerde irkilip milim dahi olsa biraz yana kaydı. Korkudan kimse soramadı neyin sırası olduğunu. Öyle hissediyordum ki herkesteki çil yavrusu gibi etrafa kaçışma isteğini... Sanki bu istek oradakilerin kolundan, bacağından, ağzından buhar gibi yayılıp üzerimizde bir bulut tabakası oluşturacak gibiydi...
Yıllardır içimde köşe bucak sakladığım farklılığı tek cümleyle ağzımdan bırakıverdim ;
- Ne sırası? 
İri yarı vücuduma göre sesim pek de ince çıkmıştı, bir an erkekleğimden şüphelenmedim değil.Etraftaki insanların bir bir kafalarını bana döndürüp de baştan aşağı süzüşlerini, gözlerini üzerimde çılgınca seviştirmelerini bir ürperti misali hissettim her hücremde. Soruyu sorduktan sonra yeniden kabuğuma çekildim. Nasıl oldu da sır gibi sakladığım bu şey sadece iki kelimeye sığabildi diye kendimi demir parmaklıklar ardına kapattım. Şöyle açıkladı baştan aşağı özenerek giyinen, kurduğu cümleleri düşünüp dilinin ucuna getirip ve mahkumları serbest bırakan bir gardiyan edasıyla konuşan kadın;
- Önemli bir iş için buradayız, belki de hayatınızın geri kalanı buna bağlı olabilir. O yüzden aklınızın her çalışanını sorgulatın ve cevabınızı bize bildirin. Şimdi size soruyorum; melek mi yoksa şeytan mı? dedi ve 5-6 adım geri çekildi. 
Önce geri çekilmesini sorguladık sonra sorduğu soruyu. Bu soruyu ne diye sordu, ne konuda hayatımız bu soruya verdiğimiz yanıta bağlı. Hepimiz içimizden konuşuyorduk öyle fısıltılar vardı ki etrafta başımızı ağrıttığı için hepimiz gözlerimizi kapatıp baş ağrımıza katlanmaya çalışıyorduk ama hiçbirimizin düşüncesini bir başkası anlamıyordu.Sessizliği bozan yeşil bakışlı adam bozdu, bakışları benim bakışlarıma ne kadar da çok benziyordu. 
-Düşünme süreniz doldu, şimdi teker teker cevaplarınızı bize söyleyin.
Sanki köy halkı senelerce bunu duymayı bekliyormuş gibi ağızları kulaklarına varana kadar gülümsedi, bazıları hafifçe ayak parmaklarının üzerinde yükseldi, yaşını almış ihtiyarlar bir çocuk hevesiyle hızlıca el çırptı. Tek tek hepsine değdirdim bakışlarımı çünkü daha önce bu manzarayı hayal dahi etmemiştim. Herkes hızlıca cevabını gelenlere söylüyordu ama verilen cevapları başka kimse duymuyordu. Etraf o kadar hızlı hareket ediyordu ki ve dünya alabildiğine hızlı dönüyordu. Bu olay başımı döndürmekle kalmayıp midemi de alt üst etmişti. Omzumda hissettiğim buz kesmiş bir elle irkildim. "Sıra sizde" dedi.
  Bugün fırsatlardan yararlanıp farklılığımı ortaya sermek için iyi bir gün diye düşünüp "şeytan" dedim. Bir cevap ne kadar etkili olabilir ki diye düşünmeden verdiğim bir yanıttı bu, pişmanlık dahi içermeyen. Tekrardan eve dönüp uykuma kaldığım yerden devam etmek için mahmurluğumu bıraktığım yerden alıp tekrar üzerime geçirip gözlerimi kapattım. 
  O yeşil gözler o kadının rahatsız edici sesi bir türlü gitmiyordu aklımdan. Ama gözlerimi de açamıyordum. Bu biraz beni şüphelendirip, acaba diye sorgulattı biraz. Dizlerimi karnıma çekip derin uykuya dalmaya çalıştım. Sırtüstü yatmaktan oldum olası korkmuşumdur.
Rüyamda bir bir karartılar geçip duruyordu, sanki etrafımda tur atıyorlardı. Uyuyordum ama geçişlerini yüzümde, ellerimde minik rüzgar edasında hissediyordum. Köydeki adını bile tam hatırlayamadığım (belki adını sormamıştım bile) biri bana 'neden' diye soruyor. 'Neden kendini uçurumdan attın?' Sorduğu soru değil de konuşuyor olması beni korku çukuruna atıyor. Yetmiyor çıkarıp bir daha atıyor. Kıpırdayamıyorum bile, avazımın çıktığı kadar bağırıyorum düştüğüm çukurda ama sesim yankılanıp kulağıma bile gelmiyor. Yine köyde duyduğum o fısıltılar beynimi kemirircesine üşüşüyor başıma. Bin güçlükle uzanıp aralarından birini avuçladığımda 'yazık, gençti, ne işi vardı o saatte orada' cümlelerini duyuyorum. Tanrım! Çıldıracağım, ne oluyor böyle? Vücudum kaskatı kesilmişken nasıl oluyor da olduğum noktadan zifiri karanlıkta ilerlediğimi hissediyorum? Nasıl, nasıl ?
Fısıltılar biraz daha netleşiyor ve biraz daha... 
Duyduğum tek bir lafla ruhum irkiliyor; toprağı bol olsun...

6 Ekim 2015 Salı

Gidene ithafen..

İnsanı enine boyuna sorgulatan birçok an vardır. Mesela sevdiğin, değer verdiğin ve hatta hayatından kesitleri sunduğun kişinin sebepsiz, ardında yığınla soru bırakarak çekip gitmesi. Evet tam olarak bu sizi bir yargıç edasıyla sorgulatıp durur. Belki uzun cümlelerle belki 5n1k yaparak kısa kısa...
Gelgelelim bunlara bir cevabınız olur mu? İlk bu durumla karşı karşıya kaldığınızda olmaz... Sonra sorgular tahminlere dönüşür, tahminler kesinliklere. Bu çekip gitmenin sebebi farklı olsa dahi siz kendi kesinliğinize inanırsınız uzun süre. Sonra çekip gidenin arkasından sanki gerçek anlamda yitirmiş gibi gözyaşları dökülür,siyahlara bürünülür. Çünkü biliyorsunuzdur çekip gidenin kararlılığını. "Hadi eyvallah" bile demeye teessüf etmez. Gider! Ona dokunabilme yollarınıza bir bir barikatlar kurar. O sizin için ölmüştür artık siz ise ondan daha önce... Belki bir kürek daha fazla toprak atılmıştır üstünüze. Çünkü giden eksik gider, kalan ise durduğu yerde çoğalır, bin parçaya bölünerek verir kendini toprağa.

20 Eylül 2015 Pazar

BİTİK







    Sakin bir sonbahar akşamıydı, kentin üzerinde ılıklığını, nemliliğini hâlâ sürdüren bir akşam. Gece yaklaşıyordu, gökyüzü batıda hâlâ aydınlıktı, ama kararıyordu, sokak lambaları fersizce parlıyordu. Çelikten yapılma kül tabağımın üzerinde sigaram duman duman tütüyor etrafın görünüşünü hafif bulanıklaştırıyordu. Bu kül tabağını özellikle seçmiştim. ''Niye" diye sorgulayacak olursak; sigara külünü silktiğim zaman çıkardığı o sesi seviyordum. Çoğu zaman arkadaş oluyordu o ses bana... Bir dert, bir suç ortağı... Şu sıralar sebepsizce bir suç işleme isteği vardı üzerimde. Öyle basit bir suç değil ha! Alabildiğine derin, sonuçları düşünmeden...

    Önümde her zamanki defterim açık bir vaziyette duruyordu sanki her an aklımdaki kelimeler ağzımı tüm kuvvetiyle açacak ve birer birer satırlarda yerlerini alacak gibiydiler. Hayır hayır! Biraz daha beklemelerine karar verince ağzımı alabildiğine sigara dumanıyla doldurdum yarısını ciğerlerime yarısını dışarıya paylaştırmamın ardından da koca bir yudum zehir tadında kahve ile... Haliyle yutmuş oldum kelimeleri.

    Defterimin hemen başında siyah pilot kalemin hem ince uçlusu hem de kalını duruyordu. Severim yer yer baskılar yapmayı ve önemsizleştirmeyi. Ama şimdi parmaklarımın arasında ne kalem var ne sigara ne de fincanın kulbu. Kafamda çeşit çeşit düşünceler sadece. Ah onları bir boğuntu hücresinden çıkarsam kim bilir ne suçlar işleyecekler ücra köşelerde. Hazır lafı edilmişken, bilir misiniz boğuntu hücresini? Kelimelerin, düşüncelerin ve hatta bazen insanların bir nevi delirmeye veyahut ölmeye terk edildiği yer orası. İçinde barınan insansa eğer, tabi ona barınmak denilirse, hücrenin küçüklüğünden, sığlığından kamburun çıktığı söylenir. Aslına bakarsanız ben söylüyorum bunu. Boğuntu hücresinde mapus hayatı yaşayan kelimelerse daha girdiği vakit delirip harflerini sivriltip kendilerini kesmeye, yaralamaya başlarlar orada. İşte böyle bir yer bu hücre; insanın insanlıktan çıkıp konuşmayı, nefes almayı, kurtulmayı düşündüren, kelimenin ise kendini yaraladığı bir yer. Ama bakmayın böyle en berbat yanlarını anlattığıma. Bu yerin güzel olduğunu belirten yarım yamalak bir duygu var içimde. Ama ne denli güzel olduğu tartışılır.

     Vakit ilerledikçe, bir sigara daha yandığı yerde küle dönüştükçe gökyüzü iki sokak lambası arasında görünüp kaybolan yıldızlarla doluyordu yavaş yavaş. Gece kentin üzerine iyice çökünce etrafta bangır bangır bir sessizlik alıyordu yerini. Bazı evlerdeki insanlar sofralarında oturuyor, bazıları uyukluyor, sohbet ediyor, sevişiyor, tartışıyor ve saire... Bense, sessizliği evde bir başıma konuşmalarımla bozma zahmetine girişmiştim. Derinlerimde bir şeyler dürtüp duruyor ya da günlük dilde rahat batıyordu. İlk kez dört duvar arasında tek başıma oluşum inanılmaz rahatsız ediyordu beni. Sessizliği bozma zahmeti bedenime yeterince yorgunluk katmamış gibi bir de beynimi yormaya merak saldım birden. Daha önce hiç görmediğim birini düşünmeye başladım. Düşünmek değil de kendime arkadaş tasarlamaya koyuldum diyelim. Bir kadın. Hayır, hayır bir erkek. İki kadının olduğu bir ortamda ses eksik olmaz, insanları çekiştirmek ve hatta laf dalaşına girmeden olmaz. En iyisi erkek olması. Yine saçmalayacağım tuttu. En iyisi mi sessizliği bozma çabalarıma bir de masa başından kalkıp ayak seslerimi eklemek. 
   Bir süre kalkıp kalkmamak arasında kaldım. Ama sonunda uyuşan bacaklarımda kalkmam gerektiğini belirtince mecbur kaldım denebilir. Önce pencereyi hafif aralayıp sokaktaki derin karanlığa baktım bir müddet. Sanırsam 2 sokak öteden bir ses geliyordu. Biri bir şeylere vurup ritim mi tutuyor diye düşünecektim ki çok geçmeden idrak ettim durumu. Karanlığın, tedirginliğin ve hatta bolca korku yüklü bir kadının topuk sesleriydi bu. Çok geçmeden kesildi sesler, girdi sanırım eve ya da birileri sağda solda yakaladı. İşte insan bir başına olunca çareyi yine kendi düşlerinde buluyor. Öyle dalgın gözlerle sokağı seyrederken sanki ensemde bir nefes hissettim. Tüm hücrelerim ürperdi birden, sanki az önce sokaktaki kadının korkusu hızla gelip benim bedenime yerleşti. Arkamı hızla döndüğümde bir şey göremediğime sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. 
Yok içime tedirginlik bir öküz misali oturmuştu bir kere. Tüm evi dolaşmadan da gitmeyecekti. Parmak uçlarımda ilerleye ilerleye en sondaki odadan başlayarak, her kapıyı açışımda bir oh çekerek geri kapattım. Son olarak yatak odama baktıktan sonra tüm tedirginliğimi ayak uçlarımdan bırakmış sallana sallana çalışma odama doğru yürümeye başladım. Hemde ne sallanmak... Bak kızım boşuna korktun bir bok çıkmadı işte diyordu elim,kolum... Hatta öyle bir rahatlık geldi ki gözlerimi bile kapatmıştım. Odaya geldiğimde gözlerimi açtığımda az önce ayak uçlarımdan bıraktığım tedirginlik beynime kadar sıçradı..
     
     Az önce sözünü ettiğim, kendime bir arkadaş yaratayım deyip öyle kısaca, kaba taslak gözümün önüne getirdiğim erkek eksiksiz bir şekilde saatlerce oturup da sonrasında kalktığım sandalyede oturuyor. Daha önce hiç böylesine buz kesilmemiştim ! Aklıma hemen telefon çekmecesinde ki 45 kalibrelik silah geldi ama ona doğru koşsam arkamdan gelebilceğini düşünüp olduğum yerde çakılı kaldım. Çaktırmadan elimle bulunduğum yeri yoklayıp elime geçebilicek ve adamın kafasına vurduğumda yere serebilicek bir şeylere dokunma umuduyla milim milim aradım her yeri... Bu korku yetmiyormuş gibi bir de sesiyle dolup taştı ev. 
- Telefon çekmecesindeki silahı düşündün ama kaçarsam peşinden gelirim diye şimdi burada beni yere serecek bir şeyler arıyorsun. Dedi.
Az evvel sesli mi düşündüm yoksa bu adamın süper  güçleri falan mı vardı. Ah ne salak saçma şeyler düşünüyorum. Bir çita hızında odama kaçtım ve kapıyıda üzerime kitledim. Kapıdan adım adım geri uzaklaşınca yine sesini işittim.
- Hem arkadaş diyorsun aklına beni getiriyorsun hem de benden kaçıyorsun. Ne zor bir yazarsın sen, bak yarattığın karakter bile çözemedi seni.
Sanırım birazdan uykudan uyanırım diye deli deli düşünmeye başladım hatta kolumu var gücümle sıktım ama nafile. Ne ben uyandım ne de o yerinden bir adım kıpırdadı.
- Sendeki bu korkuyu anlayamıyorum, in değilim cin değilim. Üflesen de gitmem kışkışlasanda. Ne bu haller? Hem ben çok sıkıldım burada beni biraz öykülerinin içine katsan olmaz mı? Ya da bir iki çift laf etsen?
- Sen bana zihnimin bir oyunumusun? Beni sen yarattın diyorsun o zaman buradan gitmeni istiyorum, hemen !
- Giderim... Ama şimdi değil. Hesaplaşmamız gereken konu var. İkimiz de senin kafanda dönen düşünceleri biliyoruz.
- Sen benim düşüncelerimi nereden bileceksin? 
Ahh tabi ya! Bilecekti elbet. Benim aklımın sınırlarından gelmişti ya karşıma. Ama ben bu kadar çenesi düşük hayal etmemiştim ya da bu kadar resmi.
- Şimdi neden kurşun grisi bir takım elbise giydiğimi merak ediyorsun değil mi? Bu rengi seveceğini düşündüm bir de durumun ciddiyetine varman için takım elbise giydim. Ben senin hem sormaktan hem cevaplamaktan kaçındığın, senelerce yığınların arasına sakladığın düşüncelerinin, yaşantılarının beden almış haliyim. Dilerdim ki beni bir bedene yerleştirme, toz bulutu halinde çepeçevre sarayım seni...
Düşüncelerim beni nasıl bir bozguna uğrattı böyle? Onlara karşı yenik başladım. Ama yine yığınlar arasına saklamak istiyordum. Ne yapmam gerek bilmiyorum. Nasıl gider bu buradan?
- Haline acımayı bir kez daha onayladım. Biliyorsun ki kafandan ne geçiyorsa sesli söylemesen bile hepsini biliyorum. Hem çağırıyorsun hem gitmemi istiyorsun. Sence de kararsızlığını biraz kenara koysak iyi olmaz mı? Ben artık hep buradayım. Uyuduğunda, yemek yediğinde, yazdığında hatta ve hatta benden kaçmak isteyip dışarı çıktığında bile. Gelelim hesaplaşacağımız konuya. Suç işlemekten bahsediyordun kendi kendine. Biraz bu konu üzerinde duralım, ne dersin?
- O sadece kafamdan ışık hızında gelip geçen önemsiz bir şeydi, üzerinde durmaya hacet yok. Dedim kitlediğim odadan çıkıp mutfağa giderken. Ve benden önce oradaydı. Bu kovalamacadan sıkıldığımı belli etmek için gözlerimi devirdim. Hemde birkaç kez, görmemiştir bahanesiyle.
- Farkında değil misin? Bana alışman çok uzun sürmedi. Korkun geçti. Sanki senelerdir burada seninleymişim ama bana zorla katlanıyormuşsun gibi davranmaya başladın. Aslında ben kendi kendine düşünmeye başladığından beri seninleyim. Biraz idrak etmen uzun sürdü.
Sesine tahammül bile edemiyordum. Söylediklerine cevap bile vermiyordum. Çok sinir bozucu.
- Dediklerin kulaklarımı tırmaladı. Kalbimi kırdın.
Ah bir de sinir bozucu olduğu kadar ukala.
- Hâlâ bir karar veremedin mi? Kafanda dönüp duran suçlardan bir tanesini iki parmağınla tutup işte bu diye göster bana. Hadi, nazlanma.
- Biraz daha konuşursan seni ellerimle boğacağım !
Daha fazla onu dinlememek için aceleci adımlarla yatağıma gittim. Yoktu ortalıkta. Yatağıma uzandım ama vücudumda inanılmaz bir gerginlik vardı. Yanıma gelmemesini fırsat bilip uykuya dalmaya çalışırken içeriden beni rahatsız eden hatta kalkıp bakmamı gerektiren bir ses duydum. Sen misin? Diye seslendim. Bir kez daha... bir kez daha ama bir cevap gelmedi. Mızmızlanan vücutla yataktan kalktım, huzursuzluk vücudumda kol geziyordu artık. Odadan çıktığımda, evimin kapısını ardına kadar açık görünce ağzımdan burnumdan korku salmaya başladım. Ve hatta bacaklarım mum ışığı gibi titretip duruyordu. Sessizce telefon çekmecesini açtım ve birkaç defterin altından sessizce silahı alıp hazır konuma getirdim. Aman Tanrım bu gece bu kadar tedirginlik çok fazla! Ellerim öylesine titriyor ki eve giren kişiyi görsem isabet ettiremem bile. Salona doğru ilerliyorum kaplumbağa edasında. Bakıyorum sağda solda kimse yok arkamı dönüp koridordaki aynada bir karaltı gördüm gibi geliyor. Az önceki havamda bir de aynanın oraya doğru ilerliyorum. Uzaktan kendi yüzüm tam bir seri katil gibi görünüyor. Adımlarıma bakmak için kafamı eğdiğimde birden karşımda beliriveriyor. Tüm cesaretimle tetiği çekecek iken az önceki ukalanın olduğunu görüyorum ve sinirden kıpkırmızı kesilip bağıracak iken lafımın önüne atlıyor.
- Üzgünüm seni biraz hareketlendirmem gerekiyordu. İçinde yaşamak istememeye dair hisler vardı ve hatta kapıyı açık gördüğün an ölmek istedin. Sahi karşına başkası çıksa vururmuydun?
Yüzü birden tuhaflaşmaya başka bir hâl almaya başladı. Bu durumdan gerçekten korkmaya başladım. Kulaklarımın en derinlerinde "vur", "korkma", "tetiği çek" diye sesler yükselmeye başladı. Silahın ucunu sol göğsüne dayamıştım belki korkarda susmaya karar verir diye. Ama aynı ses tekrarlıyordu, durmadan.
- Kes şunu! Beni rahatsız ediyor!
- Bunları sen düşünüyorsun, ben değil. Unutma.
- Hayır! Bana oyun oynuyorsun yeter, kes şunu. Tetiği çekersem yok olur musun ! ?
- Çek tetiği, dene ve gör. Hadi ! Çek dedim sana !
İçimden yükselen cesaret ile tetiği çekmiştim. Her şey susmuştu düşüncelerim bile. O gürültüler yerini sessizliğin kollarına bırakmıştı. Vurmuştum onu, hem de gözlerim kapalıydı. Açtım. Kafamı hafif kaldırdım ve  bir karış ilerideki aynada kendimi gördüm. Sol göğsüm... oluk oluk kanıyordu...

16 Ağustos 2015 Pazar

Aort





Yutkundum sözcüklerimi
Sitemler içindeyim
Yarınlara;
Gecelere hükmeden
Sessizliğe.
Sessizlik içimde,
Yüreğimin derinliklerinde,
Kaybolup giden yıllarımda,
Yiten umutlarımda koskoca bir sızı.
Suskunluğun bir çığlığı olmasın,
Tutsaklığın bir dili.
Aort damarını kessinler
Suskunluğun...
                              

7 Ağustos 2015 Cuma

Öyle..

...
    Sonra ellerimle uzandım elmacık kemiklerine.. Parmak uçlarımla dokundum tenine, sıcacıktı, kıyamadım, ellerim üşütürdü belki yüzünü. Sonra gülümsedin, ellerimin buzu çözülüverdi, parmak uçlarımdan kalbime ulaştı gülüşün. Büyük bir çarpıntıya sebep oldu ama tatlı bir çarpıntı bu, sanki yağan kar sonrası sessizlik gibi, sanki saatlerce ağladıktan sonra gelen o rahatlık gibi, sen gibi..
     Sonra yüzün silikleşti önce ardından gülümsemen soğudu ellerimde. Ve bir daha da çarpmadı kalbim öyle..

31 Temmuz 2015 Cuma

Zorunlu Şeyler


        Adını bilmek zorundasındır mesela. Memleketini, ana baba mesleğini, yaşını nelerden hoşlandığını veyahut hoşlanmadığını, konu açıldığı vakit dile getirme zahmetinde bulunma zorunluluğun vardır. Peki ya neden? Hiç sorgular mısın? Nedir bu zorunluluğu böylesine zorunlu kılan? Bir tutam hayatın bir tutam kişiliğin midir? Yeni insanlar tanımak, içine kapanmaktansa kendini, derdini dile getirmek midir? Her şeyi bilirsinde bu sorulara bir yanıt veremezsin çünkü bu senin için zorunlu değildir. Sorular olsa da olur olmasa da..

22 Temmuz 2015 Çarşamba


Hayatımızı sürdürmek uğruna bu kadar sıradan olmasaydık ve bir an için hiçbir şey yapmasaydık belki derin sessizlik yarıda kesebilirdi kederini. Zaman lekeli sokaklardan geçmezdik ömür boyu. Gecenin 12'si geldiğinde acaba bu şehir ölü mü diye düşünmezdik. Koyu lacivert gökyüzüne bakmazdık uzun uzun, böyle sıradan olmasaydık. Düş kırıkları en derinlere batıp da acıtmazdı canımızı. Şimdi on ikiye kadar sayacağım, önce sis çökecek yeryüzüne, gökyüzü lacivertlikten sıyrılıp zifiri siyaha boyanacak. Kütlesinden daha ağır bulutlar saracak etrafı, o karanlık buhranlı bulutların arasından bir kar beyazlığında çıkacak dolunay, ve hep beraber susacağız..

14 Temmuz 2015 Salı

Özgürlüğün Öyküsü

Uzun süredir sırtüstü yattığım yatakta boş gözlerle sanki türlü türlü filmler dönüyormuş, bir heyecanı bir çekiciliği varmış gibi tavanı seyrediyordum. Kulağımda rüzgarın ağaç yapraklarına elleriyle dokunupta çıkardığı ses doluydu.Diğer bütün seslere sağırdı kulağım sanki rüzgar hepsini içine hapsetmişte sadece ağaç hışırtılarını duymamı sağlıyordu. Belkide başka ses yoktu da kendi kendime zihin oyunları yapıyordum. Yatıp düşünmekten başka yapacağım bir şey yoktu zihin oyunlarıda olmasa patlardım vallahi sıkıntımdan. Yatmaktan vücudumun karıncalandığını hissettim ufak ufak sanki biraz daha uzansam karınca ordusu gelip hep beraber 3'e kadar sayıp beni sırtlanıp yuvalarına götürecek gibi geldi. Bu saçma düşünceyle birden doğruldum yattığım yerden. Ah bu hızla kalkmalarım yok mu geçici körlük, sarsıntılı baş dönmesi... Ne felaket bir şey ya. Aslında bir yandan iyi, hem biraz yavaş kalkmamız gerektiğini hatırlatıyor hemde "al hızlı kalktın benide şaşırttın sana ceza olsun bunlar" diyor işte beynimiz. Oda kendi çapında işte garibim bütün yük bende diye diye tüketiyor kendini, yoruyor. O olaya çözüm üretmem lazım düşünmem lazım diye diye bitiriyor kendini garibim. Valla "amaan yeter be bıktım artık bana müsaade" dese gitti gül gibi gelecek. Vay halimize. Aman aman büyüksün, alınma sen işlerine devam et sayın beynim. Nereden geldim ben bu konuya yahu ?
Heh düşünmek, zihin oyunları, hışırtı falan filan doğru ya. Gözlerimdeki perde kalktıktan sonra yıllardır gözümü aynı yerde açtığım odama bir bakındım. Gerçi aynı yer demesem daha doğru bu sene birkaç değişiklik yaptım.Klasik Türk kafası işte eşyaların yerini değiştirince oov bambaşka oda gibi oldu ya diyoruz. Odanın kapısına kadar gerileyip birde yanımızdakilere; değil mi değil mi diyipte onaylarını alıyoruz farklı olduğuna aklımızı inandırmak için. Olsun yinede değişiklik vardı yani ne bileyim daha ferah gibiydi sanki. Öyleydi ya evet evet. Eşyaların yerlerinin değişikliğine nazaran birde ufak bir akvaryumun içine bir balık almıştım. Onun yine daha kötü aynı yerde dolaş dur.Hep aynı, eşyalarının yerini değiştirmek şöyle dursun yok zaten. Anca günün belirli 3 saatinde tependen yemek yağsın sıkıldıkça onları ye. Hayvanın hayat tarzı bu. Acaba kötülük mü ettim ya. Gerçi tuzlu suda yapamaz bu o daha beter. Ya balığın normalde insanın beynini rahatlatması, huzur vermesi gerekmez mi niye ben şimdi büsbütün suçluluk duygusuyla doldum? Gözüm saate ilişti. Saat : öğle vakti 3. Bir şeyler yapmak için hem  erken hem de geç bir vakit öyle boşlukta bir vakit işte. Ama balığın yemini vermek için tam ideal bir saat.Niye diye soracak olursanız çünkü canım öyle istiyor. Hepsi bu.Yok sağlığı içinmiş yok bilmem ne şimdi bilimsel terimlerle konuşmaya hiç mi hiç gerek yok. Çalışma masamın tepesinde duran bir o kadar da kötü kokusu olan yemden bir tutam aldım ve yer yer suyun üstüne serptim. Başta ihtişamlı bir şekilde yüzmeye devam etti püsküllü kuyruğunu sallaya sallaya. Yem attın ama hiiç canım istemiyor keyfim gelince yerim der gibi. Tabi bu laf pek uzun sürmedi ıslanıp batan yemlerden birinden minik bir ısırık aldı. Dizlerimin üstüne çöktüm iki elimide masaya koydum çenemide rahat olacak şekilde ellerimin üzerine koydum başladım izlemeye. Alırken bile bu kadar uzun bakmamıştım heralde.Bir sağa bir sola hepsi bu. Geçer mi bir ömür 1 metrenin içerisinde ? Bir başına ? Öyle daldım ki izlerken bir ara görünüşüm bulanıklaştı. Daha çok ve daha çok.Bu bulanıklık gidince, görüşüm netleşince birde bakarım ki kocaman bir surat bana bakıyor çenesini ellerine koymuş. İrkildim birden..Sağa sola tepindikçe guluk guluk sesleri gelmeye başladı. Noluyor ya demeye kalmadan o siyah ihtişamlı kuyruğu gördüm hemen dibimde. Düşündüğüm, izlediğim balık mı oldum ben ? Su soğuktu üşümüştüm yüzersem ısınırım diyordum başladım yüzmeye. Ne çabuk ayak uydurdum be balık olmaya sanki yıllardır balıkmışımda hep bu akvaryumda yüzüyormuşum. Ya da önceki hayatımda balıktım.Amaan ne bileyim ben. Bari biraz bir şeyleri sorgulamayayım ne neden diye de şu anın tadına varayım dememe kalmadan. Aslında ne kadar da bir başıma olduğumu anladım. İç sesimden konuşuyordum. Gerçi konuşsam akvaryumun dibindeki yemlerle mi konuşacaktım "aaa merhaba yemciğim bugün çok leziz görünüyorsunuz izninizle şimdi sizden bir ısırık alacağım" mı diyecektim? Aman ne saçma konuşmaya başladım ben. Bir ömür geçer mi yahu böyle. Yem kankalarla bir başıma sadece yüzerek. Hata mı ettim ben bu balığı alarak. Kendime rahatlık olsun diye onu rahatından edip mahkum mu ettim bu yaşama? Bunları anlamak için onun yerine mi geçmem gerekti. Yüzmeyi bıraksam ölürdüm onu bildiğimden durupta düşünme şansım olmuyordu.Bana bakan koca kafanın olduğu yere yüzüp bende baktım ona. Baktım, baktım. Sonra birden irkildim. Kendi bedenimdeydim. Gözlerimi fal taşı gibi açıp etrafa bakındım. Sihir mi yaptım diye düşünüp ellerimi şıklattım falan ama böyle bir şey yoktu. Renkli yıldız falan çıkmadı ellerimden. Gerçi çıksa tövbe estağfurullah der daha çok yadırgardım durumu. Ay iyiki öyle bir şey olmadı ya. Şu saçma düşüncelerden kurtulup kendimde olduğuma inandığımda balıkla ilgili ne yapacağımı düşündüm. Küçük bir fanusa aldım dikkatlice evimizin yaklaşık 1 saatlik ilerisinde olan nehire bırakmak için yola koyuldum. Nehire vardığımda iyi bir karar verdiğimi düşündüm. Fanustaki su ile beraber nehire döktüm. Bir süre bekledim neden bekledim bilmiyorum. Kafasını sudan çıkartıp çok teşekkür ederim canım diyecek hali yoktu ya. Şaka bir yana iyi bir karardı. En azından gidecek çok yeri vardı. Ne kadar yaşar orasını bilememde. Yağan yağmurun sıcaklığını hissedecek, hazır yemden başka şeylerin tadını alacaktı belki konuşmayan arkadaşlar edinecekti kendine, yüzme yarışı falan yapacaklardı. Sonuç olarak bu balığı özgürleştirdim ve tabi kendimi de. 1 metrelik yerden farklı coğrafyalara geldik ikimizde. Yaşamayı istemediğimiz bir hayatı neden başkalarına yaşatalım değil mi...

6 Temmuz 2015 Pazartesi

* Sizi ve içinizi, en derinlerinizi paramparça eden birisinin size nasılsın diye sorması en büyük ironi değil midir ?

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Anlamsız Boşluk

   Gerçekle sahteyi ayırt edemez oldum son günlerde. Hangi duygu gerçek hangi üzüntü veyahut hangi mutluluk sahte, düşünüpte bir sonuca varmam muamma. Düşünüpte bir sonuca varmam ümitsiz, biraz boynu bükük. Bir sürü boşluk var bu coğrafyalarda yarımyamalak, bir başına, fazlaca yalnız.
Ama aslında en büyüğü zaman boşluğu, hani o; saatlerce ağlayıp kendini bin parçaya  böldükten sonra farkında olmadan uyuyakalıp sabah gözlerini açtığın o an. Hiçbir şeye anlam veremediğin an.

3 Temmuz 2015 Cuma

Duvar

Bazı insanların gözleri öylesine kararmıştır ki, çevrelerinde ışıl ışıl parlayan onca şeyi en ufak bir an bile göremezler. Bu gözleri böylesine kararan insanları ancak ve ancak yalnız ve yalnız derin, uzun, soğuk duvarlar durdurabilir. İster yavaş ister son sürat hızla olsun, çarptıkları o an durupta sorgulayacaklardır herhangi bir şeyleri. Belki gözü karalıklarını belki yollarına engel bu duvarı.. Sonra yumruk yapmaktan nasırlaşmış ellerini açıpta duvarla ilk temaslarını yaşayacaklar. Bir kulaç, bir kulaç daha ilerleye ilerleye ve o taştan soğukluğa dokunarak aslında dört duvar arasında volta attıklarını aslında hiçbir yere gitmediklerini ve gidemeyeceklerini anlayacaklar. Bunca duvar gök kubbeden zembille inmedi ya! İndiyse de elbette vardır bir sebebi bu insanlar için. Belki bu duvarların orada olması yarar belki zarardır. Bilinmez.. Peki ya o duvarları bu insanlar kendi elleriyle ördüyse ve aslında elleri yumruklarını sıkmaktan değil de bu duvarları taşımaktan nasırlaştıysa? Ya bu insanların gözü kara bir kişiliği değilde bolca içine kapanıklığı varsa? 
.. Öyle ya da böyle o duvarlarda var duvarların içine hapsolmuş insanlarda..

13 Haziran 2015 Cumartesi

Parçalı Hüzün

Ben sana bölük pörçük hayatımı verdim. Saatlerimi, sözlerimi, hüzünlerimi, gözyaşlarımı, gülüşlerimi, yazılarımı ve sevinçlerimi verdim hayatına bir hayat daha kat diye. O hayat büyüsün bir olsun diye. Oluyordu da iyisiyle kötüsüyle. Hüzünler belki fazla bütün olup büyüyordu lâkin bir şekilde büyüyordu işte. Sonra o bütün olan hayat apayrı iki parçaya bölündü yeniden. Yine eski bölük pörçüklüğüne döndü. Ufaldı..ufaldı. Toz zerreciğine meydan okurcasına. Beni çok kırdı, çok üzdü, çok yordu, çok yıprattı dedin etrafa. Ama bir kez asıl doğru; beni çok sevdi lafı çıkmadı ağzından, çıkamadı . .

8 Haziran 2015 Pazartesi

Boşluk


   İnsan bir boşluğa seslenirde çok sonra fark eder o boşluğun her zerresinin kendinden oluştuğunu. Bağırır çağırır ama bir tek kendisi duyar bunu. O sesleniş bir o ufuk çizgisindeki boşluğa bir bu yandaki boşluğa çarpıp yankılanarak, biraz da eksilerek kulağına gelirde bir tek kendisi duyar. Seslenmesi de o boşlukta hapsolur, duyduklarıda. Ve kendiside.. İnsan bir boşluğa seslenirde, sonrasında yitip gider..

29 Mayıs 2015 Cuma

Alacaklı Sessizlik

Dünya üzerinde yaşayan sadece iki insan varmış. Biri ufuk gibi sonsuz olduğu için Asmin adını almış diğeri ise çok karamsar içine kapanık olduğundan Buhran adını. Bu iki kişi yan yana olmasına rağmen kalpleri kilometrelerce uzakmış birbirine. Çok zaman geçmiş mevsimler değişmiş, yağmurlar yağmış, fırtınalar kopmuş, çiçekler açıp kuşlar cıvıl cıvıl ötmüş. Bu kilometreler çok çetin bir yolmuş, çok zorlu. Çok zaman geçmiş kilometreler azalmaya başlamış. Azalmış.. Azalmış.. Hatta o kadar çok azalmış ki yaşamları tek bir kalpte atmaya başlamış. Henüz ikiside farkında değilmiş tek kalbe bağlı olduklarının. Buhran öylesine çok seviyormuş ki Asmin'i.. Asmin korkmuş sevgisinden. Çünkü daha önce böylesine bir sevgi görmemiş, hissetmemiş ne tepki vereceğini bile bilmiyormuş. Ve öylesine çok korkuyormuş ki Buhran'ı üzmekten. Çünkü Asmin'in berbat bir yaşamı berbat sözcükleri varmış onu da bu yaşama sürüklemek istemiyormuş. Bir gece çok düşünmüş, Buhran'ın canını yakmamak için iki kişilik dünyalarına üçüncü kişiyi yaratmış. Bu kişiye kalbi bir an bile yakın olmamış. Düşünememiş aslında böyle daha çok canını yakacağını. Bunları düşündüğü gece gelip yapışmış Asmin'in boğazına. Uzun zamanda bırakmamış. Asmin'in nefesi yetmiyormuş artık. Nefesi azaldıkça ölüme adım adım ilerliyormuş bir başına, Buhransız.. Sonra günün birinde Buhran gelmiş yanına. Gecenin ellerini çekmiş Asmin'in boğazından. Zamanla her şeyi geride bırakmışlar.Gecenin elleri yerine Buhran'ın elleri sarmış dört bir yanını. Asmin dünyadaki her su tanesi gibi hissediyormuş kendini, öylesine değerli. Ama çok susuyormuş çok sessizmiş. Her coğrafya ya Buhran'a olan sevgisini bırakmak isterken susmakla kalıyormuş sadece. Sevgisi gün geçtikçe her hecede her gecede ve her nefes alışında çoğalıyormuş. Sonsuzluğu avuçlarının içine almış Asmin. İlk defa sevmiş, ilk defa onunla gülmüş onunla huzuru bulup onun için ağlamış özleminden. İlk öpüşünü, ilk elini tutuşunu, ilk güzelim dediği zamanları birbir hem aklına hemde kalbine kazımış. Her gün öyle bir sarılıyormuş ki sanki son sarılması gibi. Asmin koskoca ömründe ilk kez mutluymuş. Yaşama hevesi, her gün onu görme isteği büyük mü büyük bir yer kaplamış. Buhran'ın içindeki Asmin öylesine çokmuş ki avuç içlerinden öpüyormuş. Çok belli edemiyormuş sevgisini. Gözlerinde ki ışıktan gülüşünden kokusundan yayılıyormuş sevgisi. İki kişilik dünyalarında her şeyi en dorukta yaşıyorlarmış. En yükseklerden, doruktan bakıyorlarmış aşağı coğrafyalara. Sevgi ikinci isimleri olmuşken Buhran bu doruktan aşağı itmiş Asmin'i. Asmin büyük bir şaşkınlık ve üzüntü içinde en tepeden ağır bir biçimde aşağı düşmeye başlamış. Düşerken aklına ve kalbine kazıdığı anlar kanamaya başlamış birbir, öyle şiddetliymiş ki hemen yere çakılsamda bu acı dinse diye çok dua etmiş. Ama düşüşü daha da yavaşlamış. Gökyüzünde belli belirsiz bir şey sigara tutuşturmuş Asmin'in eline, bari böyle dindireyim içimdeki acıyı demiş. İçmişte içmiş.. O sigara ne hikmetse hiç bitmemiş. Her içine çekmesinde çoğalıyor her dumanda biraz daha çökertiyormuş ciğerlerini. Halbuki içmesi çok sakıncalıymış ama o bu düşüşte bir bu sigarayı bulduğu için ona sarılmış dört elle. Her şey bir an önce bitsin istiyormuş. Ama hiçbir şey bitmiyormuş. Asmin düşerken kendini düştüğü tepenin kayalarına çarpıp bir an önce bitirmek istemiş hayatını ama sadece canının yandığıyla kalmış. Yaraları çoğalmış. Yorgunluktan tükenmiş. Aklını yitirir olmuş. Çok derin yaralar aldığı için gözünün önünde hep Buhran'ın hayalini görür olmuş. Onu gördükçe yaraları hunharca yeniden açılıyormuş. Sanki ilk kez yaralanıyormuş gibi acıtıyormuş bu yaralar canını. Acısından, çaresizliğinden sürekli ağlıyormuş Asmin. Ama ağladıkça düşüşü yavaşlıyormuş, karşısında Buhranı gördükçe olduğu yerde havada asılı kalıyormuş. Önce ağlamayı bırakmış sonrasında Buhranı düşünmeyi. Biraz daha hızlanmış düşmesi. Düşerken bir şey düşünemez olmaya başlamış. Onu ne çok sevdiğini, gözlerini, kokusunu, gülüşünü, sesini aklına getirmemeye çalışıyormuş. Avucumun içinden öptü nasıl unuturum, ölsem unutamam diyormuş. Bunları içinde bastırmak için büyük uğraşlar veriyormuş. Ama ne zaman gözlerini kapasa içinde bastırdığı tüm şeyler keskin bir bıçak gibi kalbine saplanıyormuş. Asmin gözlerini de kapatmıyormuş artık. Günler, aylar geçmiş hala sonu görünmüyormuş bu düşüşün. Hep seslenmiş, haykırmış ama nafile, duyulmayı bekleyen bir yankı olarak kalmış. Çok aramış Buhranı, kurtarsın beni bu düşüşten diye ama yokmuş.. Madem yok, o zaman çıksın aklımdan hemen yere çakılayım diye düşünüp dururken kafasına dank etmiş zaten amacının bu olduğunu. İçindeki her acı, her boşluk, her seviş ve her susuş bunu onayladıktan sonra Asmin kat ve kat hızla yere çakılmış. Yüzükoyun. Bu tüm acılardan da fazlaymış. Öyle çok canı yanmış ki sesini bile çıkaramamış. İki eli yanda açık, kafası sağ tarafa dönük bir şekilde kalmış. Kalbi durmuş, nefesi bitmiş ama gözleri açık kalmış. Her şeyi görüyormuş. Gökyüzünü, bulutları, sağa sola uçuşan kuşları, görüşünü bulanıklaştıran sisi. Ama ne kımıldayabiliyor ne de konuşabiliyormuş. Günler böyle geçmiş, sadece görerek. Hava kararmış, bulutlar yok olmuş, kuşlar yuvalarına gitmiş günler birbiri ardına tekrarlanmışta o sis hiç bir yere gitmemiş. Asmin aynı şeyleri görmekten, acılarından öyle çok yorulmuş ki kalan tek bir gücü varsa onu da tamamen gözlerini kapatmak için kullanacakken. Hiçbir yere kımıldamayan o sisin içinden Buhran çıkıp Asmin'in yanına gelmiş. Buhran öylesine yorgun görünüyormuş ki bu sis çok yormuş heralde onu,bir de doruklardan yanına gelmesi çok uzun sürmüş galiba. Hiçbir şeyi anlamlandıramamış Asmin. Sadece bakabiliyormuş çünkü. Buhran bir şeyler diyormuş ama anlayamıyormuş. Gözlerine baktığında gördüğü ışık sönmüş. Durduk yere Asmin'in yaraları büyük bir şiddetle yeniden kanamaya başlamış. Ama öylesine alışmış ki bu yaralara sesini çıkarmamış, tepki vermemiş. Buhran da orda öylece dikili kalmış. Oysa bir hışımla kucaklaması gerekiyormuş Asmini. Sadece durmuş. Asmin yine sesini çıkarmamış. Susmuş, anadili sessizlik olmuş.. Bu sessizlik ikisinide içine gömmüş..

16 Mayıs 2015 Cumartesi

    



  


    Bazı şeyler çabuk biter. Sigara        çabuk  biter, çay, alarm kurulmuşsa uyku, bitmesin isteniyorsa yol.      Yarısında yakalamışsanız çok sevdiğiniz o şarkı çabuk biter.  Sarılmış izliyorsanız film, hızlı yaşarsanız ömür, çok severseniz  aşk..
                     Çabuk biter..

15 Mayıs 2015 Cuma

Uçurum

 

  ...


      Bir an vardır ki hem adamın hem kadının sustuğu.. Bulundukları çevrede derin mi derin kuyuya atılan minik taşın sesi duyulacak kadar sessizlik hakimdir. O an ki durumu özetleyecek zekice bir alıntı da yoktur. O an sadece o andır. Sessiz, derin ve olabildiğine matem dolu..
     İki insanın arasına uçurumları yerleştiren tek sözcüktür "elveda". İşte o zaman her şey susar, her şey içine kapanır. Her ses yerini susmaya bırakır. Adam susar, kadın adamdan iki kat daha fazla susar. Sustukça adam dilsizleşir. Kadın hem sağır olur hemde kör, dili vardır ama konuşmaz.. Çünkü o elveda sözcüğü içinde var olan tüm kelimeleri tüm harfleri hapis altına almıştır. Ve dayanamaz kadın adamla arasında olan uçurumdan boşluğa bırakıverir kendini.. O boşlukta yiterken, adam tüm dilsizliğiyle kalakalır olduğu yerde..

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Hazin Kelimeler


        Ne olduğu belirsiz bir günün, mevsiminden bağımsız karardığı saatlerde düştü aklıma kelimeler.
       Bir dolu gecenin, hayat diye başıma üşüştüğü bir vakit var ki sorma.. İki ucu kapalı bir tünelin içinde yaşanan güneş ışığı umudu kadar hazin.
       Yarım kalanlara üzülürken, toplasan bir hayat etmeyen ve bütün hüzünlü kelimeler bir olup alt etmeye meylederken, çeyrek avuç yaşama hevesimle bu gecede, bu hazin gecede, yine ve yine hazin çaresizlik içersinde bir garip yaşama edasındayım..
       Karanlık ilerledikçe bilmediğim bir rüzgar sesi İstanbul'u mesken ediyor. Ve bu durum aklıma düşen kelimeleri alabildiğine sıradanlaştırıyor.. Sonrasındaysa soğuk memleketlere sürgün edilmiş bir mahkumun son dileği gibi bir başına çaresiz kalıyor bu kelimeler. Alabildiğine yok olmaya yüz tutarak..
       

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Ayrılık Senfonisi

 

Her ayrılığın senfonisi başka çalar. Bizim senfonimiz sessizlikti.

      Ey hiçbir şekilde hitap edemediğim. Viran şehirleri aşıp geldim bu noktaya. Viran kalbinden, viran sözlerinden geldim. Geçtiğim her lambası patlak sokakta bir yanımı  bıraktım bu sayede epeyce eksildim. Bir yanımı ufukta bir yanımı toz dumanda bıraktımda ben sende hiç bırakmadım bir yanımı. Her zerremi dağıttım bir oraya bir buraya. Bakıyorum da ne çok sevmişim seni. Ne çok yıkık dökük duygu bırakmışım ardımda. Sevdikçe yorulmuş yoruldukça çökmüşüm. Eksile eksile kalmamışım kendimde hiç mi hiç.. Şimdi ben sade bir insan cüssesi bir hayli ağır. Eksik.. Kayıp..
                                    Başka hiç..

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Rüzgâr



       Dışarıda alacaklı bir rüzgar var bugün kendi gücünden az olanları alıp sürüklüyor bir sağa bir sola. Belki canlarını acıtıyor belki gidecekleri yere kolayca gitmelerini sağlıyor. Bunu ne ben bilirim ne de esip duran rüzgar. Sadece ve sadece dört bir yana savrulanlar bilir bu durumu.
       Bu gün biraz öfkeli rüzgar. Kimsenin ondan hoşnut olmadığından olsa gerek bu öfkesi. Yağmuru kıskanmasından, insanın içini ısıtan güneşi örnek alamamasından olsa gerek bu hezeyanı. Belki o da kendinden sıkıldığı için kendini dünyanın bir başka yerlerine taşıma çabası içerisinde. Belki Asya da belki Avrupa da onu seven birileri çıkarda az be az diner bu öfkesi, usulca eser, insanların yüzüne ufak bir tebessüm yerleştirir, hepsi bu..

30 Nisan 2015 Perşembe

Yankı'nın Vedası /2

    Yankı olayı içinde iyice hazımsadıktan sonra bir şeyler yapmasının gerektiğini düşündü. Acele ile yapması da gerekiyordu ama ne yapacak? Düşünceler.. düşünceler.. Veda'nın ağzından tek kelime çıkamıyordu can çekişiyordu nefesi yetmiyordu. Yankı güçlükle kaldırdı Vedayı. Sanki bütün dünya omuzlarındaydı o an. Sanki ilk kez yürümeyi öğrenen bir bebek gibi atıyordu adımlarını her an düşecek gibi ama onu tutacak biri yoktu. Kimse yoktu etrafta ve çaresizdi, kollarında uğruna ölebileceği sevdiği kızın baygın bedeni vardı ve o hiçbir şey yapamıyordu. Ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Yardım isteyip bağırarak sadece gücünün tükettiğinin farkındaydı. Bağırmayıda kesti. Biraz evvel o yakıp kavuran güneş yerini gri bulutlara bırakmıştı. Çoğalıyorlardı, çoğaldıkça daha çok grileşiyorlardı. Her şey planlı mı diye düşünmedi değil Yankı. Şuan tek istediği zamanı geri alabilmekti ama bunun mümkün olmadığını çok iyi biliyordu.O tozlu dağlarda biliyordu. O tarladaki evdekilerde hatta Veda da mümkün olmadığını biliyordu. O yüzden başka bir şey istemeliydi. Bir araba! Sevdiğini hızla hastaneye yetiştirebilcek bir araba ! Ama ne kulakları duyuyordu ne nefes alabiliyor ne de doğru düzgün düşünebiliyordu. Koskoca ıpıssız yolda bir ikisi vardı birde arka plan manzarası.Veda ile birlikte yere eğildi dizlerinin üstüne çöktü. Yoldaki taşlar çok sivriydi dizlerini acıtıyordu. Ama hiçbir acı kucağındakinden kötü olamazdı. Dünya olduğundan hızlı dönüyor gibi geliyordu Yankı'ya. Midesi bulandı.. Ne fazla gelmişti? Ettiği hayal mi ? Acısı mı ? Sevgisi mi?
Sanki her şey bitmiş gibi bir de kendini suçlamaya başladı. Nasıl bir insan olduğunu sorguladı epeyce. Vedaya sahip çıkamadığına sövdü.. Öyle dalmıştı öyle acı içindeydi ki yaklaşan araba sesini çok sonradan duydu. Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri parladı. Veda kucağında olduğu için ayağa fırlayamadı. Bir elini başının altından çekip kolunu var gücüyle salladı şoför onu görsün diye. Oysa buna gerek yoktu bu ıssızlık tarlasında bir tek o ikisi vardı. 87 model bir Chevrolet  Impala ortalama hızla yaklaştı. Araba tam yanına gelince Saçları bembeyaz hafif kilolu 50-55 yaşlarında bir adam kafasını az ileri uzatıp;
- Hayırdır genç bu vakit ne işin var burada?
- ...
- Bir sorun mu var yardım edeyim mi?
- Kız.. kız arkadaşım yaralı lütfen, lütfen hemen yardım eder misiniz.. lütfen..
Büyük bir kapı gıcırtısıyla arabadan indi adam, nereden geliyordu bu soğukkanlılığı..
Yankı adamı uzunca bir süzdü ama hiçte nasıl olduğunu sorgulayacak halde değildi.
Artık aceleci davranmaları gerekiyordu zamanla yarışıyorlardı bir bakıma. Sevdiğini kaybedemezdi buna imkan veremezdi. Tekrar Vedayı sıkıca kucakladıktan sonra arabaya bindiler. Yaşlı adam kontağı çevirip gaza öyle bir bastı ki herkes sarsıldıktan sonra araba biraz hızlanıp sonra yavaş ilerlemeye başladı.. Yankı telaş içinde;
- Ne oluyor? Biraz daha hızlı süremez misiniz lütfen onu kaybetmek istemiyorum.
- Ağır ol delikanlı arabaya o kadar yüklenirsem hepimiz bu yolda kalırız kimsede gelip geçmez bu yoldan.
Yankı iyice şüphelenmeye başlamıştı adamın bu tavırlarından. Ama Veda'yı düşünüyordu. Çok yakındı onu kaybetmeye. Veda bile edememişti, kaybedemezdi. Buna izin vermeyecekti. Kucağında yatıyordu öylece sanki huzurlu bir şekilde uyuyordu nefesi kesiliyordu ara ara. Yankı yüzüne baktı Vedanın sırtındaki acısını hissetti kendinde. Daha çok telaşlandı. Adama bağırmaya başladı.
- Amca kullanmayı bilmiyorsan çekil ben kullanayım burada söz konusu can meselesi hiç mi umrunda değil ya !
Adam dikiz aynasından kaşlarını çatarak Yankı'nın hüzünlü çaresiz gözlerine değdirdi bakışlarını.
- İn ulan arabadan hergele ! İn dedim. Yetti be yol boyunca.
Yaşlı adam arabayı durdurup hızla kapıyı açtı Yankı'nın durduğu kapıyı açıp parmağınla asfaltı işaret ederek yıllardır sigara kullanmaktan çatallaşmış sesiyle sözlerini tekrarladı.
- İn ulan ! Yol boyunca lafların yetti bizim çocuklar bir hata yapmış onu halletmeye geldim. Doğru anı kolluyordum ama daha fazla katlanamam sana yetti be in aşağıya !
Yankı hiçbir şeyi anlamadan Vedayı'da kucaklayıp arabadan indi. Adam hemen şoför koltuğunun oraya gitti kısa bacaklarıyla koca adımlar atarak. Tekrar Yankı'nın yanına gelip çok ciddi bir şekilde;
- Sende son vedanı et evlat kız arkadaşına.
Yankı kafasını kaldırdığında kendine doğrultulmuş gece gibi simsiyah bir silah gördü. Yüreği ağzına geldi neye üzüleceğini şaşırdı. Ne diyeceğini unuttu. Yalvarmaya ağlamaya başladı;
- Dur amca yapma ne yapıyorsun ! Bizi hastaneye götürecektin buda ne şimdi yapma gözünü seveyim bak can var kucağımda senin hiç mi yok çoluğun çocuğun onları düşün.
- Ulan onlar açtı zaten  başıma bu işi senin kızı onlar bu hale getirmiş şerefsizler. Sonra bizim başımız yanmasın diye yapıyorum bunu ben çok mu istiyorum sanki mecburum.
- Amca yapma nolur bak götür bizi hastaneye vallahi şikayetçi olmayacağım yalvarırım götür bizi hastaneye. Ben ne derim ailesine nasıl affederim kendimi onu kaybedersem.
- Buna gerek kalmayacak delikanlı bunu düşünecek vaktin olmayacak çünkü.
Yankı lafını tam bitirdi ki silah patladı her yerde. Defalarca.. Asfaltta ki taşlarda patladı önce sonra tarladaki buğdaylarda, ağacın gölgesinde tozlu dağlara ulaştı sonra. En son gökyüzündeki gri bulutlarda son buldu ses. Ve o bulutlara hapsoldu.


...

Gözlerini açtığında beyaz ışıklar gözünü aldığından tekrar kapadı. Bir kaç kere denedi gözlerini açmayı ama çok güçlük çekiyordu. Bir kaç kez daha denemenin ardından tamamen açabildi gözlerini. Her yer olabildiğine beyazdı. Ve de soğuk. Kutup soğuğu. Hiçbir şey anlamlı gelmiyordu. Sonra başında biri belirdi. O kişi de bembeyazdı ne hikmetse. Yuvarlak çerçeveli gözlükleri vardı. Dudakları aralandı bir kaç kelime çıktı ama duyamıyordu. Elini omzuna koydu ve bir kez daha tekrarladı;
- Yankı Bey iyi misiniz?
Konuşmak istedi ama başarılı olamadı sanki üzerinde tonlarca ağırlık var gibi dili de yokmuş gibiydi. Gözlerini kapattı usulca.. Bir süre sonra tekrar uyandı. Belki bir iki saat belki gün belki hafta. Ama üzerinde o ağırlık yoktu, yavaş yavaş konuşabiliyordu da. O yuvarlak çerçeveli tekrar geldi. Yavaş bir şekilde olanları anlattı ama Yankı anlamakta güçlük çekti. Bir şey eksikti. Veda.. Aylar sonra ağzından çıkan ilk kelimeydi. Veda..
Başını öne eğdi doktor. Üzgünüm demekle yetindi. Ne demek üzgünüm?
Yankı hızla doğrulmaya çalışsa da onu tutan bir sürü el oldu, arkasına yaslanıp;
- Veda'yı görmem gerekiyor. O nasıl iyi mi? Beni ona götürün !
- Üzgünüm Yankı Bey, Veda'nın durumu çok kötüydü sizi bulduklarında tutunamadı.
- Ne demek tutunamadı ! Beni Veda'ya götürün !
Herkes Yankı'yı sakinleştirmeye çalıştırıyordu epeyce bir zaman sonra yatıştı. Aklından geçen tek kelime Veda'ydı. Kaybetmişti. Kızıyordu ona. Tutunamayanlar dedirtmişti kendine. Neden bu kelimeyi yakıştırmışlardı ona? Tamam Olric'i severdi ama onlar nereden bilecekti. Veda edememişti. Seni seviyorum diyememişti gözlerine uzun uzun bakıp.. Vedası kalmıştı içinde..
 ...

Aylar geçti. Her şeyin başladığı noktaya geldi Yankı. Tam her şeyi hayal ettiği yerde durdu. Ve tarlaya baktı önce, sonra hayalindeki yaptığı eve baktı. Etrafındaki ağaçların gölgesi tam hayalindeki gibiydi. Her şey benzesin diye çok uğraşmıştı.Ev için uğraşmıştı epeyce. Ama tek fark o bu evin içinde Veda'nın ona bıraktığı mutluluklarla ve üzüntüyle yaşayacaktı. Issızlık tarlasında bir başına, acıyla, kederle, Vedasız...